Konu: Bugünün şiiri yarın yazılmaz.
Yaşanan günün hakkını veriyor muyuz?
Şair aklından geçen duygu ve düşüncelerin her gün kaleme alması gerekir.
Daha net anlaşılması için, bunu herhangi bir şeyle karşılaştırmamız gerektiğinde, en uygun olan, bamyadır. Çiçeği ne kadar büyük ve vaat edici olursa olsun, meyvesi ilk günün sabahında koparılır. Bekletileni makbul değildir.
Şair de yaşadıklarını her gün kaleme alır, düşündüklerini, karşılaştığı şeyleri dumanı ütünde yazıp anlatırsa, doğru davranıyor demektir; ama arada bir bunu yapamazsa, fazla bir şey kaybetmiş sayılmaz. Tolstoy “Savaş ve Barışı” o savaştan 45 yıl sonra yazmıştı.
Bir yaratıcının yeteneği birden bire, ilk eserlerinde bütün gücüyle parlayamayabilir. Ne ki, insan kendini işine adadığını hissediyorsa ve çaba harcıyorsa yürüyeceği yolu bulur.
Bizim Bulgaristan Türkleri yaratıcılığında son çeyrek yüzyılda duraksama gözleniyor. Son yılların ne seçme hikâyeleri, ne seçme şiirleri ne de seçme fıkraları çıktı. Ahmet Şerif, Halit Dağlı, İsmail Cambaz, Sabri Alagöz gibi yaratıcılarımızın eserleri yaratıcılık dünyamıza ilham veremedi. Aydınlarda birikim patlaması olmadan, dip dalga hareketlenmez!
XXI.yüzyılda Bulgaristan Türkleri edebiyatını yaratma çabalarımız sanki yerinde sayıyor. Çekinerek yazsam da, ilerleme olanaksız hale geldi. Elektronik medya çağında, olaylar ve karakterler bilinir, şair ve yazara sadece olan biteni yazı diliyle canlandırmak kalır. Tek şey, kendi hazinesini de kullanarak, kaleme almak ve paylaşmaktır.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaratan şair ve yazarlarımızın büyük kısmının Türkiye’ye geçtiklerinde, orada duygularını devamlı besleyen ilham ortamı bulamadıkları artık biliniyor.
Oysa onlar beraberlerinde çok uzun süren bir zulüm devri izlerini, hapishane yaralarını, “Büyük Göç” acısını, hemen öyle kısa sürede solması beklenmeyen bu gerçeklikten motifler, ifade edilmesi gereken konular asıl özdü. Bunları güzel yapıtlar olarak ortaya koymak ise, şair ve yazarlarımıza düşerdi. “Belene” şarkısı, ata toprağından sökülmemizin ağıtı, Büyük Göçün destansal, poetik, sanatsal yansıması vs beklendi. Bunu, Bulgar hükümetinde görevli, maaşlı yaratıcılardan beklemedik, çeki deryasında ezilenlerin ruh sesinden umut etmiştik.
Düşünüldüğünde, insan birçok şeyi yazabilir, ama yaşanmayanı, yeterince derin araştırmadan yazamaz. “Belene” kampında kaldınızsa, balıkları ve balıkçıları anlatabilirsiniz belki ama kutup ayılarını ve avcıları değil.1990 birçoklarımız için bir kırılma dönemi oldu. Yazmadan edemeyen aydınlarımızın kaleme yazmaz oldu…
Yıllarca süren eziyetten sonra, düşüncelerini bir çınar gölgesinde gökten dökülürce akıtmak için giden yazar ve şairimizden biri olan yazar Ömer Osman’ın son eserine “Sevgi Kırıntıları Arıyorum Yollarda” adını koyması manidar oldu. Doğal yeteneği olanlar bile, kıvamlı huzura kavuşamadan, güneşe ve yıldızlara sorup anlatmak istediklerini dökemeden sustular. Mehmet Türker gibi Rodoplu, Sabri Tata gibi Deliormanlı yaratıcılarımız kitap ardına kitap yazsa da, etnik topluluğumuzun çocukluk hallerini bilmediklerinden olacak, kalemin ucunu efsanelerimize dayandırıp başımıza gelenleri doyurucu ve doğru yansıtamadılar. Her devrin, her ortamın ve her neslin kıvamını tutturmak çok zor olsa gerek.
Türkçe de yazan tükenmezlerini ceplerinde taşıyanlarımızın Koşukavak, Mestanlı ve Kırcaali buluşmaları külleri karıştırdı karıştırmasına da, hemen alevlenen köz bulunamadı. Üzerlerinden yarım yüzyıl geçen “Soğuk Pınar” tartışmalarını zaman soldurmuştu.
Eğri Dere’de geleneksel edebiyat buluşmaları, yerli yazar ve şairlerimizle periyodik görüşmeler tohumlarını ekmeye devam ediyor. Edebiyatımızın canlanması için yeni bir Nazım Hikmet rüzgârı bekleyemeyiz. Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ilhamı da soldu. Yol göstericilere ihtiyaç var. Yetenek sahibi yeni nesilden daha çok şey beklense de, kıdemli kalemler sanki gonca kelemlere aşı yapamıyor. Edebiyatımız düşecek olan son kalemiz olmalıdır. Dayanmak zorundayız.
Anadilimizden farklı ikinci veya üçüncü bir dilde yaratmak kısırdır. Bakış açısı, düşünü tarzındaki bazı özellikleri bize çok yakın olsa bile, Elif Şafak gibi anadilimizden farklı bir yazı dili seçmemiz bize çok ağır yaralar verecektir. Sevarlı Hasan Karahüseyin’in oğlu şair Mehmet’in isim ve kimlik davamızda kendini yakması capcanlı emsaldir. Ben yazmazsam, sen yazmazsan, biz yazmazsak anadilimizde, nasıl durulur Türkçemizde değim, kavram, terim ve konsept keşmekeşi?
Bizim kaynaklarımız durudur. Biz bunu kendi aramızda, memleketimizde aşmıştık. Aramızda anlaşılmayan bir şeycik kalmamıştı. 1995’te kalemini, Rodoplar’ın gökdelen çamlarından birinin altında okul çantalı bir evlada hediye edip cennetlerin cennetine göç etmezden önce güneşin ilk ışıklarından ilham alarak yorulmadan yazmıştı Faik İsmail Arda:
RUMELİ GIZANI
Ben Rumeli’li
Gazallık Gızanı Faik Arda
85’te öldüm, 89’da dirildim.
Bir Gazallık Gızı sevdim
Elleri tütüne kokuyordu,
Ayakları, fıstık ayakları –
Gıldır gıldır mekik dokuyordu…
Gözleri, ah ne güzel gözleri –
Kibritsiz gandil yakıyordu…
Ben Rumeli’li
Gazallık Gızanı Faik Arda
İstanbul’da Boğaziçi’nde değil
Rumeli’de gazal içinde büyüdüm
Karpuzçatlatan kaynaklardan
Eğilip sular içtim…
Şu dağlarım uğruna
Sevgilimden vazgeçtim…
Ben Rumeli’li
Gazallık Gızanı Faik Arda
Şu koskoca dağlar
Küçücük kalbime nasıl sığmışlar
Bilmiyorum.
Gazal içinde büyüyen
Boğaziçi’nde yaşayamaz…
Ben Rumeli’li
Gazallık Gızanı Faik Arda
85’te öldüm, 89’da dirildim…
Şimdi bir Gazallık gızı seviyorum
Öldürmeyin beni boşuna
Sonra daha büyük,
Daha Gocaman diriliyorum…
Yazan insan kendisini anlatır. Önce en yakını için yazar. Yazdı diye kalem kırılsa, kendisi için kırıldığını bilir. En yakın bildiğimiz ruh değiştirmek zorunda kalır ve anadilini öğrenememişse, Şafak’ın dizileri gibi Bulgarcaya da tercüme edilmesi gerekir ki, havası değişir, mayası bozulur. Sofya “Vitoş” caddesinde kitap fuarı var. Çeviriye uygun olan kitapların hepsi çevrilip basılmış. Alıp okuyorlarda, bir de şu var: Yabancı bir dilde yazan şair ve yazarın başka bir halkı mayaladığı ve dirilttiğine örnek yoktur. Yazarın şu ya da bu hesapla uzak geleceğe ilk adım atması yeterli olmaz, atılan her yeni adım hem yakın hedefe hem de ileriye doğru atılan bir adım olmalıdır. Geçen sene bir arkadaşım Bulgar Meclis üyelerine 240 adet “Sefiller” dağıttı. Hediye çantasını verirken milletvekillerinden her birine ayrı ayrı Victor Hugo anlaşılmadan ne devrim ne de reform yapılabilir, dedi. Dedi de ne oldu?! İki gün önce “rüşvetle mücadele edelim yasa önerisi” onaylanmdı.
İnsan dünkü yağmurdan bugün ya da yağmamış yağmurdan yarın ıslanamaz. Şu da çok önemlidir. Bulgaristanlı Türk halk kültürünün ve edebiyatımızın kendini besleyemez duruma geleceği gün yaklaşıyor gibi görünüyor. O an geldiğinde anadilimizin ayakta durma takatti sönecek ve geleceğimizi kendi ışığımızla görebilmemiz olanaksızlaşacak. Karanlık basacak. Düşmana uymaktan, ihanet deresini akıtmaktan vazgeçmeliyiz. İçimizden geldiği gibi davranmak, yazmak, söylemek, yaratmak gerektiğinde Türkçe küfür etmek ve Türk ruhumuzu yaşatmak zorundayız.
Şu iyi bilinmeli! Bizim kavgamız Hak ve Örgütlük Hareketinin yerel veya merkez yöneticileriyle veya milletvekilleriyle, Kasım Dal ve Korman İsmailov gibi particilik oynayanlarla ya da politik sahnede fol yumurta gibi tekerlenen Nedim Gençev’le değildir.
Anadilimizi bilmeyenlerin Türklük mumu çoktan söndü. Yıl 2015! Bu üç partinin üçü de şimdiki ve yarınki seçimlerde bir olsa Bulgaristanlı Türk ve Müslümanların evrensel değil, en doğal haklarına bir zırnık ilave edemez.
4 Ocak 1990’da Varna’da HÖH partisi kurulurken bizim bahçeleri çiğ kavurdu. Bizi yakan sabah zehrinin adı Ahmet Doğan’dır. Güz mevsimini beklerken yaz boyu sepet ördük. Maalesef nafile!
Bu üç partinin ve Bulgaristan Türk aydınlarının ve demokratik kamuoyunun karşısında Bulgaristan etnik azınlıklarının dilini, dinini ve özgün kültürünü ne pahasına olursa olsun yok etme konusunda sımsıkı kenetlenmiş siyasi partiler ordusu, yasama, yürütme ve yönetme ve binlerce bilinçli ve bilinçsiz, ama hepsi vicdansız hain sürüsü var. 1921’de 1723 Türk Okulu olan memleketimde kardeşlerim istemeye istemeye de olsa “Merhaba’yı” unuturken, “Maraba!” kendi gelen oluyor yani biz köleliği kabul etmeye kendimiz geldik işaretleri veriyoruz. Maraba, anadilimizde toprak kölesi demektir. Dilin çamaşır makinesi ve kuru temizlikçisi edebiyat, yazmak ve okumaktır…
Türk’üz ama bugün bir tek okulumuz yok. Ne kadar geriletildiğimizi, ne büyük darbelere göğüs gerip dayandığımızı düşünebiliyor musunuz? Biz artık yaralı değiliz, çünkü yara acılarını hissetmez duruma gelmişiz. Kırılan her kalem kalbimizi kanattı. Onlar nice nice idi.
Bizi bir asırdan fazla bir zamandır Türk olarak, dil, din, özgün kültür olarak silip süpürmek isteyen Bulgar devletinin ta kendisidir. Son 136 yılda 63 başbakan değişti. Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlarına karşı politika değişmedi. Anayasalar değişti, Türklerin insan hakları yazacak ne sayfa, ne madde ne de fıkra bulunabildi. Fıçının çemberleri devamlı sıkılıyor ki, Türk halkının Türk balından tadamasın. Edebiyatımız, anadilimiz, halk yaratıcılığımız bizim balımızdır. Şiirlerimiz, düz yazımız, şarkı ve Türkülerimiz, efsane, masal, öykü ve romanlarımız, fıkra ve taşlamalarımız ruhumuzun balıdır. Manevi hayatımızın tek gıdası, kıvamlı şerbeti, tatlısı ve acısıdır. Gıdalaşamayan ruh ölür. Ruhu ölen halklar yaşayamaz.
“You Tube” bakıyorum, 600 Türkü ve şarkısı olan Bulgaristan Türklerinden bir eser takılmamış. Çalınmayan Türküler ölür. Yazılmış ama okunmayan, ezberlenmeyen, şarkılaşmayan şiirler de dayanamaz, can verir. Şairlerimiz nerede olurlarsa olsunlar sabah çiğiyle topladıkları balı Facebook’ta paylaşmalıdır. Bekliyoruz. Her satır, her dörtlük bir cankurtaran olabilir. Konu yok, sabahları balkondan gerinmemiz, kahve gırgırı uzun sürüyor demeyin. Ahmet Kayayı dünyaya tanıtan hapishane çileleri değil, balkondan nenize bakarken bestelediği şu ”kum gibi” satırlarıdır.
Dünya öyle büyük, öyle zengin, yaşam öyle renkli ki, şiir yazmak için konu bulmakta hiç dert sorun olmaz.Büyük Nazım’ın ilk şiiri “Yangındır”. Dün gece İstanbul’u sel aldı. Hiçbir şairden çıt çıkmadı.
“Aman kurtulduk şu kocaman şehrin
Kirinden pasından,
Ne olduğu belli olmayan, kokusundan!”
Diyen olmadı.
Evet sabah kahveleri hep köpük kokar ve kokacaktır.
Ne yazık ki suskunluğun kokusu yok ve belki de hiç olmayacak.
Ölülerin konuşmadığı gibi, bizim olan o güzel hayat da bir gün gelip konuşmayacak.
Aman gelsin de şu anadilimde birisi bana küfür etsin, kavga edelim, birinin yakasına yapışayım da imanını gevreteyim diye bekleyeceksiniz.
Büyük Goethe’nin nasıl şair olduğunu biliyor musunuz: Lise öğrencisiyken mahalle Papazı’na mezar başı methiyelerini yazıyormuş. Yaza yaza yazar olmuş! Yeteneğinin patlaması için 1755’te Lizbon depremi ruhunu sarsıp gözünü açmış ve o da her gün yazmaya başlamış. Bütün yazdıklarının arasında en değerli olan nedir bilir misiniz? Hazreti Muhammed’e inen vahilere Almanca ve Fransızca çeviride “DEVRİM” demiş. O zamana kadar gerçeği karanlık içinde arayan eski kıta, ışık dünyasının Doğu olduğunu, Doğuda yaşayanları görebilmiş.
Hakikat denen bir şey var. Biz bir sorun yaşıyoruz. Nefesimizi kesmek isteyenler bizi durdurdu. Her sorunun çözümü onun kendi içindedir. Her şair ve yazarın kendi yazgısı olduğu gibi, kitapların da yazgısı vardır. Ancak yazılmayan eserlerin, çıkmayan yapıtların yazgısı yoktur. Biz şu an “ölü” durumdayız. Yani yazgımız yok! Zaman canlanma zamanıdır.
Biliyorum aranızdan, “bekleyelim” yazan olur, deyenler çıkacak. Şu beklemeyi sevenlere hatırlatıyorum: “Yazı ölülerin dilidir” Boş yere dememişler. Biz uyutulduk! Çocuklarımızın anaokullarında ve okulda ana dil eğitimi almasında gerektiği gibi ısrarlı değiliz. İlerlemeyi beceremediğimiz gibi, üstüne üstelik geriliyoruz ki, bu da kabul edilemez.
Biz hepimiz köy kökenliyiz, ilk zaman tarla sürüp, hayvan gütmekten başka bir şey bilmiyorduk. Gözle görülür yoksulluk içinde alçakgönüllü idik, kendi kendimize ve biraz da el yordamıyla anadilimizde yazı yazmayı güzel çizmeyi öğrendiğimizde başladı mutluluk duygularımız kıpırdamaya. Biz o zaman zevk aldık ama uykudan uyanmayı, her şeyin bilincine varmayı örenemedik. Öğrenmiş olsaydık 1989 İsyanımız destanlaşır, “Büyük Göç” romanlaşırdı, “Belene” kapında Tuna’yı dinlerken korkanlar sorunlara kendi içlerinde çözüm aramaya başlardı. Biz hep sustuk, susuyoruz. Tren garlarında doğan çocuklar Türkiye’ye kayıtsız ve isimsiz girdi, 26 yaşında delikanlılar vatan toprağımızın kokusunu, yüzlerimizin neden buğday rengi olduğunu, çiçeklerimizin mutlaka her bahar açmak için güneşi bekleyişini hala bilmiyorlar, çünkü anlatamadık. Aydın ödevimizi yerine getiremedik.
İlhamı olmayanlar konu bulamaz. Esin içimizdedir. Esin mezarlığı yok. Kaleme ve tükenmeze de gerek yok, internete yazıp dünyayı uyandırın. Biz de varız deyin. Herkes sizi bekliyor.
Haydi ileri…
Filiz SOYTÜRK
Keşke yazılarınızı paylaşabilmemiz için bir “Paylaş” düğmesi olsaydı. Böylece sitenizi de daha çok insana duyurabilirdiniz. Bulgaristan Türkleri için olan düşüncenize hayran kaldım. HÖH partisinin politikasının yanlış olduğunu gören insanların olması beni çok mutlu etti.