Dünya Türk Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı, Girne’de yapıldı.
Açılışı TÜRK-BİR BAŞKANI GÜVEN ARIKLI YAPTI
Türk Birliği Dayanışma Derneği Başkanı Güven Arıklı, bu bayrağı her ülkede, her tür engellemelere rağmen dalgalandırarak, “inandıkları davayı” anlatmaya çalıştıklarını. Bu organizasyonun amacı da, 13 ülkeden gelen 70 civarında sivil toplum örgütü temsilcisi ile kendi coğrafyalarında yaşadıkları sorunlarını görüşmek olduğunu ve İnanıyorum ki gittikleri ülkelerde gördüklerini anlatacaklar ve davamızın birer neferi olacaklardır.” dedi.
Cratos Otelde düzenlenen toplantının açılışına Başbakan Ersin Tatar, Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri, bazı bakanlar ve bazı siyasi parti başkanları da katıldı. Türk Birliği Dayanışma Derneği tarafından düzenlenen toplantıya, 13 ülkeden 15 genç sivil toplum örgütten temsilciler katıldı.
KKTC BAŞBAKANI ERSİN TATAR’A “TÜRK DÜNYASINDA BİR BULGARİSTAN TÜRKÜ RAFET ULUTÜRK 50 YILLIK MÜCADELE” kitabımı taktim ettim.
Başbakan Ersin Tatar, gelinen aşamada, Doğu Akdenizdeki doğal gaz ve hidrokarbon alanında verilen mücadele içerisinde, KKTC devletinin çok daha fazla değer kazandığını, dolayısıyla KKTC’yi güçlendirmek gerekir. “Birlik olursak bundan hepimizin faydası olacaktır” diyen Tatar, Barış Pınarı Harekâtında da Türkiye’nin gösterdiği başarının Türkiye devletinin gücünü bir kez daha gösterdiğini, Türk soylarının Türkiye’nin ekseninde birlik ve beraberlik içerisinde mücadele vermesi gerektiğini ifade etti. Gönül birliği, tarih birliği, gelecek birliği duygularını paylaşabilmenin ve hissedebilmenin en büyük onur olduğunu kaydeden Tatar, “Birlik beraberlik ve gelecekte daha büyük başarılar elde edebileceğimizi düşünebilmek en büyük erdemdir” dedi.
Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri’ye “TÜRK DÜNYASINDA BİR BULGARİSTAN TÜRKÜ 50 YILLIK MÜCADELE” kitabımı taktim ettim.
Ali Murat BAŞÇERİ
Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi Ali Murat Başçeri, Türkün yaşadığı her yerdeki sorunları dert edip toplantıyı düzenlemenin önemli vurguladı. Çok önemli bir dönemden geçildiğini, Türk milletinin dönüm noktalarından en önemlisinin İstiklal Harbinin yaşandığı dönem olduğunu kaydeden Başçeri, aynı şekilde Türk milleti ve adada yaşayan Türk Halkı için planlar yapıldığını ancak Kıbrıs Türk halkının bu planlara direndiğini, Türkiye Cumhuriyetinin de 1974’te bu planları yırtıp attığını kaydetti.
Aynı şekilde bugün de Suriye’de, Türkiye’nin yanı başında bir terör devleti yaratılmak istendiğini, bugün de buna karşı mücadele verildiğini kaydeden Başçeri, “Bizim dışımızda yapılmış planların kendi coğrafyamızda yaşayabilme şansı yoktur” dedi.
Tarihsel dönemlerin unutulmaması gerektiğini kaydeden Başçeri, “Geçmişte emperyalist planın çöpe atıldığı, yeni bir emperyal planın da çöpe atılmakta olduğu bir yerde bu toplantıyı yapıyorsunuz” dedi.
Erhan ARIKLI – Yeni Doğuş Partisi Genel Başkanı
Yeniden Doğuş Partisi Başkanı Erhan Arıklı, sivil toplum kuruluşlarının demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından olduğunu ancak bazı kuruluşların emperyalist güçlerin hizmetinde de kullanılabildiğini kaydetti.
Arıklı, “Kıbrıs’ın kuzeyinde bin 800 civarında dernek bulunduğunu, 100 tanesinin faal olduğunu, bunun 20 tanesinin milli düşünceye sahip dernek olduğunu, 90’ının KKTC aleyhinde faaliyet yapan, Rumlarla istişare içerisinde olan, ABD elçiliği, AB ile organizasyonlar yapan örgütler olduğunu” söyledi.
Arıklı, “Bu zararlı faaliyetleri takip etmesi gereken devlettir. Eğer devletsek bunların mutlaka önlemini almamız gerekiyor. Ancak maalesef demokrasi kisvesi altında KKTC’yi içeriden çökertecek örgütlere dur diyecek herhangi bir hükümet görmedim” dedi.
RAFET ULUTÜRK – BULTÜRK GENEL BAŞKANININ KONUŞMASI
KKTC – Girne
BULGARİSTAN: DÜNÜ VE BUGÜNÜ KONULU KONUŞMAM
Sayın Başbakanım, değerli Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçisi siyasi parti başkanları.
Sevgili gençler ve bu olağanüstü değerli uluslararası Türk Dünyası Gençlik Kurultayı delegeleri, Değerli STK yöneticileri ve ev sahibi Güven AKIN Başkanım ve Sivil Kültür kurumları, hepinize Bulgaristan’dan ve Bulgaristan Türk gençlerinden kucak dolusu selam ve sevgiler getirdim.
Bu uluslararası gençlik forumunu örgütleyen ve bizleri de bu toplantıya davet eden Türk-Bir Derneği Başkanımıza, Gökçe YÜKSELEN kardeşime ve emeği geçen ekibine teşekkür ederim.
Giriş. 1994 yılından bugüne 40’ın üzerinde uluslararası kurultaylara sempozyumlara, panellere ve çalıştaylara katılıp, Bulgaristan Türklerini anlatmaya çalışıyorum. Bu toplantılarda bildiriler ve öneriler sunduk. Bunlarla yetinmeyip aynı zamanda televizyon programlarına katıldık, radyo programlarında söyleşilerde bulunduk ve gazetelerde röportajlar verdik. Bu gün de burada “Dünya Türk Sivil Toplum Kuruluşları Toplantısı” ile Sizlerin arasında Bulgaristan Türklerinin sesini duyurmak ve Bulgaristan Türklerinin sesini dünyaya yayabilmek için buradayım. Allah utandırmasın! Allah hepimize yar ve yardımcımız olsun…
Kıymetli Gençler,
Türk dünyası sivil toplum kuruluşları dünyanın her köşesinden gelen STK yöneticileri buraya toplanmış, böyle bir – gençlik enerjisi dolu – Lefkoşa Ateşi yakmaya gelen hepinizi bu Türk Dünyası toplantısına katılma azminizi kalpten kutluyorum.
Bizlerin 1984-1989 zulmüyle, Bulgaristan’ da Türk isimlerimiz zorla değiştirilirken, dilimiz, dinimiz, geleneklerimiz, edebiyatımız, kültürümüz tamamen yok edilmeye çalıştırılırken, “siz İslamlaştırılmış Bulgarsınız” yalanıyla Türk kimliğimiz tarihten silinip külümüz savrulmaya çalışılırken, zifiri karanlık günlerde, Bulgaristan Türk kimliği uğruna verdiğimiz sokak kavgalarında, öz kimliğimizi önce tüm Türk dünyasına anlatma, tanıtarak duyurma azmi doğdu içimde ve ben 30 yıldan beri bu yolun yolcusuyum.
Türk kimliği insanoğlunun yarattığı en yüce edep, en büyük değer, kıvanç ve onur kaynağıdır. Özümüzü yansıtan bu sentezin en parlak ifadesini büyük önder Atatürk’ün NE MUTLUM TÜRKKÜM DİYENE! Sözlerinde ve Türk devletleri birlik ve beraberliği için çırpınan büyük lider Türkiye’nin Başkanı Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’IN ve
MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ’nin hepimize Dünya Türklerine yön gösteren liderliklerinde görüyoruz.
Türklük aynı soydan gelen, kendi erdemleriyle sürekli yeniden üreyip güç tazeleyen, yararlı olan her şeye hoşgörüyle yanaşan, maddi ve manevi dünyasını geliştirip yetkinleştirirken, kültür ve medeniyetler, devlet ve imparatorluklar oluşturmuş, bu davaya inanmış ve yılmaz bir insan topluluğudur. Birçok kavimden farklı olarak, Türklük, millet olgusunda bütünleşen, farklılıkların birleşmesinden güç alan, devlet ve imparatorluklar kurup yöneten, yayılıp büzülen, toparlanıp yeniden atılıma geçen özellikleriyle üstün ve ünlüdür.
Biz Türkler, dünyaya kadim Elen kültüründen, Bizans hukukundan, Hıristiyanlıktan faklı ve üstün üretim tarzı, yaşam tarzı, ahlak ve dünya görüşü, inanç getiren ve yayan bir milletiz. İslam’ı dünyaya taşıyanlarız!
Son yüzyılın ikinci yarısında ve 21. Yüzyılda Avrupa Birliği’ne üyelik ve bütünleşme süreçleri yaşarken tökezleme, duraklama yaşıyoruz. Neden mi? Olay, Avrupa’yı kuran Gotlarla Asya’dan gelen Türk kimliği arasındaki uyumlaşmaz ve uzlaşmaz çelişkilerin yansımasıdır.
Onlar tarih boyu başka milletleri eritip içlerine akıtarak kan tazelemişler, bunu yapamadıkları yerde halkları (örneğin Yahudileri, Romenleri ve başka birçoklarını) toplama kamplarında yakarak imha etmişler, toplu halde yok etmişler ya da iç arınmayı giyotin baltasıyla tamamlamışlardır. Başarılı diyalog kurup anlaşma, barış, güvenlik ve huzur tesis etmekte aciz olduklarından, Eski Kıtayı Yedi Yıl, Otuz Yıl ve Yüz Yıl Savaşları yaşatmış, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ateşinde yakmışlardır.
Biz Türklerse tarih boyu HOŞGÖRÜ silahımızı kullanarak tüm mazlumları himayemiz altına toplayıp onların yarattıklar değerlerden birlikte yararlanarak, hiç kimsenin kimlik öz ve biçimine müdahale etmeden, bireydeki bütün ve bütündeki birey felsefesine dayanarak, insan kardeşliği, dostluğu ve üstünlüğü dünya görüşünü yarattık.
Batıda yetişen en büyük düşünür olan Fransoa M. Volter, Türklerle Avrupalı Hıristiyanları karşılaştırırken “barbar olmadıklarını bilmek yeterlidir” demiştir, bizim için. Türklerle Romalılar arasındaki büyük farkı ise, “TÜRKLER, MÜSLÜMANLAR VE ÖTEKİLER” kitabında şöyle açmıştır:
Roma yendiği bütün milletleri asimile etti, onlarla kaynaştı. Türkler ise yendikleri milletlerden daima ayrı kaldılar, birlikte yaşadılar, ama onların kimliklerine dokunmadılar. Volter’in bu tespiti, Rumlar, Bulgarlar, Macarlar, Araplar ve diğerleri için geçerlidir.
Büyük düşünürün vurgu yaptığı başka bir özellik de şudur: “Türkler seçici bir millettir. 10. Ve 11. Yüzyıllarda Arapları yenmelerine rağmen, onların din, dil ve adetlerini benimsememişlerdir.”
Çok önemli bir gerçektir.
Size, ben, “İslamlaştırılmış ve yok olmuş oldukları dünyaya duyurulmaya çalışılan bir topluluktan – Bulgaristan Türk topluluğundan – geldiğimiz söyledim.” Oysa 5 bin yıllık Türk tarihinde “kötü tohum” olduğu için yok edilen hiçbir halk topluluğu, soy ve millet yoktur.”
Türkler ile Batı insanı arasındaki farklardan birisi de şudur. Türkler bilgili, yetenekli, yaşlı ve vasıflı kişiye saygı duyar. Yoksul tabakadan yetişmiş olmak Türk toplumunda utanılacak bir durum olarak görülmez.
Bu sözler başka milletlerden olanlar için de söylenebilir.
Hersekli Ahmet paşa, Pargalı İbrahim Paşa – Yunan, Sokullu Mehmet Paşa )Bosnalı) ve başkaları olmak üzere 228 Baş Vezir seçilirken milletine bakılmamış, hünerleri ve bilgeliği öne çıkarılmıştır. Bu gelenek T.C.’de de sürmüştür. Örneğin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar Bulgaristan-Plevne, Başbakan Tansu Çiller Bulgaristan Sevlievo kökenlidir. Türk toplumu asilzadelik yaşamamıştır. Bu gerçek, Türk kimliğinin çok önemli bir özelliğidir.
İnsanlar arasında farkı yaratanın akıl ve hüner olduğunu hiçe sayan ve ön plana ırkı çeken, geçen yüzyılın kâbusu Adolf Hitler, “zayıfa acımak doğaya ihanettir” ya da KAVGAM adlı kılavuz eserinde, yarattığı toplum teorisi daha ilk dallarını uzatırken şunları yazar ve altını çizer: “Birkaç yıl içinde aklın önderlerinin kökünü kazımalıyız. Milletin manevi rehberleri olan kişileri yok etmeliyiz. Öldüremediklerimizi esaret altına almalıyız.”
Bir zihniyetin oluşması için yüzyıl (üç kuşak), yok olması için de 100 yıl, yani yine üç kuşak gereklidir.
Ve belki de biz bugün, bu 200 yılın tam ortasındayız. Avrupa’ya (ırkçılık) faşizm gelmiş, kıta halklarına bulaşmış ama geri çekilmemiş, halkların hürriyet özlemini ezmeye devam ediyor. Bu nedenle de, bu yorumuma, Türkiye, Türklük ve Avrupa Birliği yüzleştirmesiyle girdim. Ve Roma zamanından beri başka kimliklerle beslenen Batı Avrupa….. ile dünyaya ancak kültür ve medeniyet taşıyan Türk kimliğinin şu dönem iki paralel (koşut) yolda yürümesinden başka seçenek olmadığına işaret ederek, konuşmamın GİRİŞ bölümünü noktalıyorum. Özetle Türklerin hükmettiği devir ve topraklarda yok olmuş soy, boy ve kimlik yoktur, demek istiyorum.
Bölüm I.
Bulgar Kimliği, Bulgar ırkçılığı, Bulgar tarihinde kırılmalar ve yok olmaya yelken açan kadere karşı koyma yolu arayışları gibi öykülerle anlatılabilir bir uzak ve yakın Bulgar tarihi.
Bu tarihin kapısını açınca içinde birçok etnik halk toplukları buluruz. Bulgarlar onlardan yalnızca birisidir. Her ağacın kökleri olduğu gibi, etnik toplulukların her birinin de tarih içinde kökleri vardır.
Tarihi güçlüler yazar demişler. Sahte mi yazar, doğru mu yazar orası pek bilinmez. Çünkü tarih beşer (yaşayan) değildir. Zamanı dolmuş ve maziye karışmış olandır. Doğruya götüren yol birdir. Maddi kalıtlar laboratuarlarda karşılaştırılıp analizlerin sonuçlarından senteze varılınca, objektif (nesnel) olan savunulur yani tarihe geçer.
Şu bizim konferansımız gibi bir forumda, bir arkeolog ile bir tarihçi aynı anda el kaldırıp söz istese, kuşkusuz söz insanlık tarihi ve tarih öncesi hakkında bilgi toplamak için eski uygarlıkların geride bıraktığı mimari yapı, eşya, kemik vb kalıntıları yer altında arayan uzmana, yani arkeologa verilir. Çünkü bulgular ilk kanıttır.
Şu an Bulgaristan’da 1 200 yüksek tarih diploması olan Tarihçi, aralarında tarih doktoru, doçent, profesör, akademisyen ve ciltlerce eser müellifi var. Arkeologlar ordusuna, gömü arayanları da katarsak, nüfusun yarısının bu işle uğraştığı ortaya çıkar. Köklerinin altında altın dolu kazan arayanlar nice çınar ve cevizi kuruttu. Rüyalarında altın dolu küp görenler çeşmeler yıktı, kuyu duvarları söktü.
Ortaya yalnız bir doğru çıktı. 2019 tarihiyle Bulgar tarihi, civcive yatan tavuk altına henüz konan bir yumurtadır, içinden tavuk mu, horoz mu, yoksa ördek yavrusu mu çıkar bilinmez.
Olay şöyle: Bulgar etniğinde çok ciddi bir nüfus azalması problemi var. 2040 yılına kadar ülkedeki Bulgar nüfus azınlık duruma düşerken, asrın sonlarına doğru başkent Sofya, Plovdiv (Filibe),Varna, Burgaz ve Stara Zagora (Eski Zara) gibi büyükçe şehirler dışında ülkenin Bulgarsız kalma tehlikesi var. Demek oluyor ki, nüfus çoğunluğu günümüzde hala etnik azınlık durumunda olan Türklerin, Pomakların, Çingenelerin, Tatarların yani Müslüman kimlikli azınlık gruplarının himayesine geçebilir.
Bulgar “üst zekâsı” bu durumdan olağanüstü endişeli olmalı ki, Bulgar tarihine yeni yeni bakış açılarıyla çözüm arıyor. Benim Güney Bulgaristan’ın Kırca Ali şehrinde liseye gittiğim 1980’li yıllarda tarih kitaplarında,
Bulgar boyunun Tuna boylarına Han Asparuh’la indiği 681 yılında Tuna nehrinin Güneyinde ele geçirilen topraklarda Bulgar devleti ilan edildiğini yazıyordu. 50 000 kişiydiler. Hepsi Türkî-Altay kökenli Proto-Bulgardı. Konuştukları dil günümüzde Çuvaşlar arasında en iyi korunabilmiştir.
O devirde, devletin, bir toprak parçasının, belirli bir hükümdarın emrinde olduğu anlamına geldiğini, hükümdarın mülkü olduğunu sonrada öğrendim.
Tabii Han Asparuh Tuna boylarına babası Hak Kubrat’ın devleti olan ve Dnepır ile Dnestır nehirleri arasına yayılan ve 555 sene ömrü olan Büyük Bulgar Devletinden gelmişti. Kardeşlerinden ayrıldığı yıl, babası Han Kubrat’ın 665’de ölümünden 3 yıl sonraya, 668’e rastlar ki Bulgar başkentinin güneye taşındığı yıldır. Oxford ve Cembridg Üniversitelerinden çıkan “Avrupa Tarihi” eserlerinde Bulgarların devlet kurma süreci Yeni Çağın 165 yıllarına kadar gerilere uzanır.
Kembriç (Cembridj) Üniversitesinde ders okuyan tarihçilerden Bulgar Pavel Serafimov ise, Bulgarların hiçbir yerden gelmediklerini, tarih boyu Rumeli’de yaşayan Traklar’ın devamı olduğunu anlatır. Gümüşü biz işledik, demiri biz dövdük, altını biz bulduk deyip, dünya kültür ve medeniyetler beşiğinin, Yeni Çağdan binlerce yıl önce Traklar yani Bulgarlar tarafından atıldığını yazar.
Günümüz Bulgaristan topraklarında bulunan Pazarcık (Tatar Pazarcık) ili Panagürişte şehrinde, Plovdiv’in “Doğan” köyünde ve başka yerlerde bulunan ve özellikle de Varna Müzesinde sergilenen altın eserler o çağları anlatır.
Öyle olsa da, Roma Tarihinde en büyük köle ayaklanmasını yapanlar onlardır. Homeros’un “İlya”dasında atları geçer. “Elen” dili etkisi altında ana dillerini yitirmişlerdir ve kendilerini anlatan yazılı belge de bırakmadıklarından kim olduklarını anlatmak zordur. İnsanoğlu “Altay”da, Afrika’da, Normandiya ve Patagonya’da 2 ayaküstüne kalkmışsa, onlar nereden gelmiştir? Yani Bulgarların öz kökü yok mudur?
Yine Karpat Dağları, Karadeniz ve Ege Denizi arasında Traklar’la beraber yaşayan Gotlar ve Keltler ise, yine aynı profesöre göre, Orta Asya steplerine uzayıp Türkleşmişler ve daha sonra yine geri dönmüşlerdir, tabii bu yolda da mukayese edilebilecek 2 ayak izi yoktur..
Hıristiyanlığı kabul eden Bulgar tarihinde altı kalın çizilen bir edinim vardır.
Kiril ve Metodiy Kardeşlerinden yani Bizans’tan gelen “Kiril Alfabesi”nin benimsemişlerdir. Bulgarların okuryazar’dır. Kiril Alfabesi Avrupa Birliği tarafından tanınıp kabul edilmiş bir yazındır.
Öyle de olsa Bulgar kimliğini belirleyen Hıristiyanlık ve Kiril Alfabesi gibi ana çizgileri hep başkalarından almışlardır. Türk Dünyasında Kiril Alfabesinden planlı bir şekilde kurtulup Latin Alfabesine geçiş süreci ilerliyor.
Tarih bilimini Paris Sorbon Üniversitesinde benimseyen ve Türkiye’de basılan “ATİLLANIN VARİSİYİZ” kitabında “Bulgarlar ve Türkler aynı soydanız” tezini savundu.
Han Asparuh’un Büyük Atila’nın 9. Kuşan torunu olduğunu, babası Han Kubrat’ın ise, Konstantinopol’de yani İstanbul’da özel eğitim almış ve Bizans tarafından Bulgar devletini yönetmekle görevlendirilmiş bir hükümdar olduğunu, Ukrayna’da bulunan Büyük Hakan Kabrinden çıkan delillerle kanıtladı.
Ne var ki, Bulgar tarihiyle yakın ilgilenenler inişli çıkışlı, çok dalgalı, kâh güneşe gülerek akan, kâh yer altında kaybolan bir devletin tarihiyle yüzleşeceklerdir. Şunu hemen belirteyim, Bulgar kavminin kurduğu devletler, (şimdiye kadar 3 devlet kurmuştur), hiç biri uzun ömürlü olmamıştır.
Bulgar Devlet tarihinde ilk kırılma Birinci Boris – Mihail’in 864 yılında Hıristiyanlığı kabul etmesiyle yaşanmıştır.
Bu tarihsel olay çok kanlı olmuştur. Bulgarlar, Orta Asya’dan tek tanrılı (Tengri inancıyla) gelmişler ve din değiştirmeye karşı direnmişlerdir. Servet sahibi ve saygın sülalelerden 52’si yediden yetmişe kıyılmış ve aynı mezara defnedilmişlerdir. Efsaneleşen olaylara göre, başkaldıran İslav erkeklerin de başı kaydırılmış, kadınlarıyla İslav- proto-Bulgar kaynaşması yaşanmıştır.
Birinci Bulgar devleti 1018 yılına kadar ayakta kalmış, 15 Han ve 6 Çar tarafından yönetmiş, imparatorluk olamamıştır. 1018’de bugünkü Sofya’nın batısında bulunan Köstendil ilinin “Velbıç” vadisinde Bulgar Çarı İkinci Simeon ile Bizans İmparatoru İkinci Vasiliy arasındaki bir meydan savaşı olmuştur.
Bu savaşta Bulgarlar yenik, 15 bin er ve subay esir düşmüş, bin esirden biri tek gözlü bırakılmak şartıyla hepsinin iki gözü de kaynak demirle oyulmuş, “Hıristiyanlığa uymazsanız başına gelecek olan budur” ikazıyla Bulgar köylerine birer birer yerleştirilmişler ve Birinci Bulgar Devleti devri böylece kapanmıştır.
Bulgar maneviyatında İKİNCİ KIRILMA, Bulgar ordusunun kör edilmesidir.
İkinci Bulgar devleti 167 yıllık bir aradan sonra 1185’te Asen ve Petır kardeşlerin yönettiği bir ayaklanma sonucu kurulmuş ve 1396’da Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılıncaya kadar ayakta kalmıştır.
Döneme ilişkin çıkan dürüst araştırma eserlerinde, Bulgar tarihine ilişkin bazı gerçekleri büyük bir itinayla gizlediğine ilişkindir. Gizlenen ilk sır, proto-Bulgarların Türkî bir dil konuştuklarına ilişkindir.
Tarihçilerin ağzını kilitli tutmasının nedeni, Birinci Bulgar devletinin Türkler tarafından kurulduğunu gerçeğidir. İkincisi ise, Asen yani HASAN ve kardeşinin Kuman Türkü olmasıdır.
Bahsi geçen ayaklanma da, Kuman ve Kıpçakların Bizans’a karşı Edirne Ayaklanmasıdır. Bulgar tarihinde sır küpü olarak saklanan gerçeklerin arasında, tarihte Kuman, Kıpçak ve Peçeneklerin varlığıdır. Bu boylar da Türk dili konuşur. Kumanlar Bulgar tarihinde, Orta Asya’dan Hazar’a inen ve 555 sene ayakta kalan Büyük Bulgar Devletinden daha uzun süreli hükmedenlerdir. Bulgar tarihçilerden Petır Mutafçiev’in tezine göre, onlar Orta Asya steplerinden gelmiştir.
Kumanların 1187 Edirne Ayaklanmasından sonra Bizans İmparatoru İkinci İsak ile bugünkü Loveç’te (Lovça) yerleşim yerinde barış anlaşması imzalanmış, böylece, İkinci Bulgar Devleti kurulmuş ve Tırnovo (bugünkü Veliko Tırnovo şehri başkent ilan edilmiştir.
Kendi boyları içinde evlenen Bulgarlardan farklı olarak, Macar, Sırp, Yunan ve Bizans hükümdarlarıyla evlilik bağları kurmuşlardır. Kaloyan, Asen (Hasan) ve Petır, Terter ve Şişman hanedan boylarını yaratanlardır. Tırnovo başkent olarak önce Romence sonra da Türkçe konuşmuştur. Vurgulamak istediğim, Bulgarlar Kumanlar tarafından kurulan İkinci Bulgar devletini kendi tarihlerine nakışlamışlardır.
Tarihte seçenekler bol tabii. Başka iddialara göre, Bulgarlar Farslı kanı taşır. Bu tezi savunan Bulgar tarih Profesörü Bojidar Dimitrov, Bulgar kavminin Hazar kıyılarına inmezden önce, 2 500 sene bugünkü İran topraklarında yaşadığını savundu.
Bulgar milliyetçi tarihçilerine gerçekleri anlatırken vurgu yapılması gereken özelliklerden biri şudur: Türkçe konuşan Proto-Bulgarlar ve Kumanlar Hind-Avrupa boylarındandır, yani “beyaz ırk” tır. O zamanlar Kumanlar’a, Kıpçaklar’a ve Peçeneklere halk arasında “sarı saçlılar” deniyormuş. İradeli, savaşçı ve politik olarak esnek tavırlarıyla Bulgaristan Romanya, Sırbistan, Macaristan ve Kuzey Karadeniz boylarında egemenlik sürdürmeyi başarmışlar ve bugünkü Bulgar topraklarında İkinci bir Devleti ayaküstüne diken kavim onlardır.
Ne var ki bu kaynaklara ancak Batı tarihçilerinin eserlerinde ulaşabiliyoruz. Tarihi çarpıtmada ustalaşan Bulgar tarihçi ve politikacılar, 20. Yüzyıl boyunca yalnız isim, din, yaşam tarzı, kültür ve medeniyet değiştirmekle uğraştılar, ama bu konuyu, şu kısa sunumun dördüncü Bölümüne bıraktım.
Bölüm II.:
Osmanlı Döneminde Bulgar Türk Beraberliği
Haçlılarla 1361’de Edirne’de başa çıkan Merinç ve Tunca ırmaklarının birleştiği yeri Başkent ilan eden, 1389 Kosova’da, 1396 Niğbolu’da ve 1444’te Varna’da cenkleşen Osmanlı, Türkleri Balkanlardan ve Avrupa’dan kovma hayallerini söndürdü.
Eski kıtayı baştanbaşa karamsarlık sardı. Türkler eski kıtaya yeni bir adalet, dinde, dilde ve kültürde eşitlik, yaşam tarzına saygı, insanoğluna saygı, yeni bir edep getirmiştir.
Bu etki o kadar büyük olmuş ki, Kuran’ı Kerim Avrupa dillerine tercüme edilmiş, köhnemiş Avrupa’yı İslam parlaklıyla karşılaştıran Volter en büyük feylesof olmuş, İslam ve Hazreti Muhammed Destanlarını yazan Göte gelmiş geçmiş en büyük şair olmuş, Osmanlı tarihini 10 ciltte anlatan Hammer Orien Tarihine kaynak olmuş, Bin Bir Gece Masallarını Okuyan Avrupalılar hayal kurmaya başlamışlardır.
Osmanlının idare sistemi hakkında “kölelikten despotluğa” pek çok karalama yazıları okuduk. Özünde Osmanlı gibi 44 millet değil, başlıca “beyazlar ve zencilerden” oluşan Birleşik Amerika devleti kurulurken, 300 bilim adamı dünya tarihinde örnek aramış ve sonunda OSMANLI DEVLET BİÇİMİNİ seçmişler ve onu da tam olarak uygulayamamışlar ki, günümüzde 56 eyaletten oluşan Amerika’da her eyaletin kendi Anayasası vardır.
Yeri gelmişken bir anımsatma daha yapayım:
1865’te Amerika İç Savaşının sona ermesiyle siyah derililerin esaret zincirlerini koparan Başkan Linkoln, Dostu – insan hakları hukukçusu Tomas Jeferson’u çağırtır ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nı kaleme almasını rica eder. Jeferson bu ödevi yerine getirebilmek için diplomat olarak Avrupa’ya gelir ve ömrünün 5 yılını Paris ve Londra kütüphanelerinde geçirir. Hazırladığı bir sayfalık bir İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ’DİR. Birinci cümlesi şudur:
“Amerika’da yaşayanların ancak bundan sonra doğacak evlatlarına vatandaşlık hakkı tanınacaktır.” Jefersen İç Savaşta Misisipi Nehrince kan döken zencilere neden eşit insan hakkı tanınamayacağını 700 sayfalık bir eser yazarak gerekçelendirmiştir.
Osmanlı Bulgaristan’a ve Başkanlara İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ yazılmazdan 400 sene önce girmiş ve “İnsanı yaratandan ötürü saygım var, diliniz, dininiz eşittir, yaşam tarzınıza hürmetler.” Demiştir. Ben bu gün Bulgarların bu HİKMETLİ sözlerin anlamını ne kadar kavradıklarını söyleyemem, ama Fatih’in Bosna ve İstanbul Fermanları arşivdedir. Bu gerçeklere, Bulgar gözüyle bakmakta fayda var.
Profesör Stoyan Dinkov bilimsel tarih stüdyolarında, Bulgarların Osmanlı egemenliğine geçtiklerinde dil, kültür ve kimliklerini tamamen yitirmişlerdi, der. Hoşgörü, yardımlaşma, iyi komşuluk ve hayırseverlik ortamına düşmeleri kurtuluşları olmuştur, diye anlatır.
Osmanlı toplumsal ortamında öz kimliklerine dönüşleri ve milli uyanışları mayalanmıştır, diye ekler.
Eserlerinde bir de Bulgarların Osmanlıya karışmadan kendi kimliklerine dönmelerinde Rus İmparatorluğunun direk kışkırtmalarına yer verir.
Kısa bir süre önce Türk diline de çevrilen, 1762’de Rum “Aton” Manastırında kaleme alınan “İslav-Bulgar Tarihi” eserinin yazarı olan din adamı Payısiy Hilendarski’nin Rus Çarının bir ajanı olduğunu ilk yazan odur. Bu eser, 1862 yılında Bulgaristan’daki manastırlarda çoğaltıldı ve Bulgar rahiplerin katkılarıyla bütün ülkeye yayılması sağlandı.
Başka bir Rus İmparatorluk ajanı olan Sofrani Vraçanski’nin girişimleriyle Manastırlara bağlı okullar açıldı, kitaplar dağıtıldı. 1811’den başlayarak Bulgarca ve Yunanca okuma yazma türünde, temel eğitim veren okullar hizmete girdi. Daha sonraki aşamalarda Neofit Rilski, Vasil Aprilov, Nikolay Palauzov, Neofit Bozveli, Dr. Petır Berov gibi aydınlar, sivil okullar açılışı ve eğitimin düzenlenmesinde önemli bir rol oynadılar. Bu aydınlar Rus eğitimliydi. Erkek çocuklar için çağdaş eğitimli ilk Bulgarca müfredatlı okul 1935’te, Rusya ile ticaret yapan Vasil Avrilov tarafından Gabrovo’da açıldı. 1940 yılında Plevne de kız çocukları için lise açıldı. Bulgarların, Rumların ve Fener Rum Patrikhanesinin kurtulmak için mücadelesi böyle başladı ve 1870’te Sultan Fermanıyla Doğu Ortodoks Kilisesinde dini bağımsızlıklarını elde ettiler.
Osmanlı çarşılarında yeşeren, tezgâhlarında dokunan Bulgar esnaf kimliği, fabrika işçiliğinden, uluslar arası ticarete kök uzanırken, Georgi ve Evlogi Georgievi gibi Rusya destekli işler yaparak Osmanlı sınırlarında çok zengin duruma yükselenler Sofya’da Üniversite kurdu ve bunlardan % 99’u Rus ajanıydı.
Rusya kesenin ağzını açmış Osmanlıdan dini ve politik bağımsızlık isteyenlere kol kanat olmuştur. Rusya’daki asi-ajan yetiştiren okulların ve Osmanlı’daki misyoner okullarının Bulgar kıpırdanış ve uyanışındaki rolü olağanüstü büyüktür.
1863’te açılan İstanbul Robert Koleji’nde 5 yıl sonra öğrencilerin yarısından fazlası Bulgar’dır. 1870 yılına kadar Koleji 905 Bulgar bitirmiştir. Bu gençlerin % 62’si Üniversite eğitimi için batı Avrupa ana-kentlerine gitmiş, 436’sı Fransa, Belçika, İsviçre, Avusturya, Almanya, İngiltere, İtalya üniversitelerinde yükseköğrenim görmüş, 36’sı hukuk, 23’ü tıp, 16’sı askeri akademi bitirmiş, 11’i Bilim Doktoru olurken, 16’sı İstanbul Kolejine öğretmen olarak dönmüştür.
Bu arada, Bulgar gençler için her yıl 500 burs veren Rus Çarı II. Aleksandır Bulgarların çocuklarının beynine Odesa, Kişinau, Kiev, Harkov okullarında Osmanlıya karşı direniş zehri akıtırken, Petersburg ve Moskova Üniversitelerini 220 Bulgar genç bitirmiş ve 1877’de Tuna’yı Rus Ordularıyla birlikte geçmiştir.
500 yıl süren bu beraberliğimizin bozulması için Rusya İmparatorluğu Osmanlı devletine 13 kez savaş açmıştır. 1856 Kırım Savaşından sonra Osmanlının işgal edilemeyeceği anlaşılınca, bütünlüğün simgesi olan Osmanlı mermerini etnik ve din damarlarından çatlatıp parçalama hedef alınmıştır. Bulgarlar bu oyuna alet edilmiştir. Din bağımsızlığı, etnik ayrılık ve politik egemenlik yolu kışkırtılmış ve Bulgarlar ORİENT bunalımının içine itilmişlerdir.
Kısacası, Bulgarların Osmanlı’dan önce ve sonra yüzü gülmemiştir, demek istiyorum ama bu görüşte olan yalnız ben değilim. İstanbul’da yaşayan Bulgar ailelerden birinin oğlu olan Georgi P. Kostandov, Geçmişten günümüze Osmanlı bakiyesi olan Bulgarlar üzerine bir araştırma: 1800-200, “İstanbullu Bulgarlar” başlıklı çalışmasında, Osmanlıdaki Bulgarlar hakkında şöyle yazar: “Osmanlıda Bulgarlar ayrı bir millet sayılmazdı, onlar yalnız ayrı bir “dini cem attı.” Bu eser Bulgaristan Dış İşleri Bakanlığının “Altın Dal Madalyası” ile onurlandırılmıştır. Rusya tarafından kışkırtılan ve Batı’dan desteklenen 1876 Nisan Ayaklanmasına katılanları, yerli haydutları ve politik bağımsızlık isteyen komitacıları mercek altına alan, Bulgar Bilimler ve Sanat Akademisi Başkanı Akademisyen Grigor Velev, Rus arşivlerine girmiş. 2019’da çıkan 2. Ciltli “Yabancılara Boyu Eğme Sevdası ve Bulgar Milli Çıkarları” araştırma eserinin I. Cildinde şunları yazdı. “Vasil Levski dışında komitacıların hepsi Rus ajanıydı ve konsolosluklar üzerinden Rus Çarından maaş alıyordu”
1836’da başlatılan reform devrinde, Osmanlı Bulgaristan’ı “batılaşma” modeli ve pilot beylerbeyliği seçti. Eğitim, tarım, kara ve demiryolu ulaşımında şok önemli başarılar elde edildi.
Çocuklar divitle yazmaya, toprak pullukla sürülmeye başlandı. O zaman açılan Rusçuk – Varna demiryolu hala çalışıyor.
Bu örneklerle anlatmak istediğim şudur:
1879’da ilan edilen Bulgar Prensliği’nin 2 başbakanı, 20 bakanı, 18 diplomatı, müfettiş, okul müdürleri ve öğretmenleri, doktorları ve mühendisleri Osmanlı bağrında yetişmiş, Bulgarların “yoktan uyanışa” güç bulması Osmanlıda mayalanmış ve hem Osmanlı devletinden hem de T.C.’de daraldığı zaman arda bulmuş, destek almıştır. Osmanlıda, Bulgar olduğu için ipe çekilen Bulgar yoktur.
Bölüm III.
Üçüncü Bulgar Devleti
Osmanlı devletine 650 bin nüfusla katılan Bulgarlar 1877-78 Rusya-Osmanlı savaşından sonra toplanan Berlin Konferansı’nda bir prenslik olarak Avrupa devletlerine katılırken 2 milyondan fazla nüfusu vardı. Bularlar 3 misli çoğaldığına göre, Osmanlı devri kötü geçmemiş demektir. Çünkü “köle” ve “esir” halkların böyle 500 yıl boyunduruk altında habere çoğaldığına, ev bark, mal mülk sahibi olduğuna, çocuklarını İstanbul’da, Avrupa Üniversitelerinde okuttuğuna, 1300 okulun kapısında çalan zilin afacanları her sabah derse topladığına, kilise çanlarından şikâyet olmayan, kendi kabristanlıkları olan bir rahat hayat sürdürdüklerine dünyanın başka bir yerinde ve tarihsel derinliğinde örnek gösterebilmek çok zordur, hatta imkansızdır.
Üçüncü Bulgar devleti Rusya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa büyüklerinin isteğiyle bir parlamenter monarşi olarak 1979’da Tırnova Kaymakam Konağında, Rus İmparatoru ordularının işgali ortamında toplanan Bulgar Büyük Millet Meclisi tarafından ilan edildi. O tarihte ülke nüfusunun yarısı Müslüman olsa da, 10 bin kişiyi temsilen seçilen 1 milletvekili esasına göre mecliste yalnızca 9 Türk vekil vardı. Seçilen Türklerden diğerleri Bulgarca bilmedikleri için yasama organına alınmamıştı. Kabul edilen Birinci Anayasa Rus İşgal Güçleri Komutanının baskısıyla 6 il müftüsüne imzalatıldı.
Bu anayasayı kim mi hazırladı?
Robert Kolej’de, Almanya Haydelberg Hukuk Fakültesi’nde, Paris’te ve Petersburg’ta eğitim almış Bulgar hukukçular tarafından, Berlin Konferansı kararlarına uygun derlenen Anayasa’da Büyük devletlerin atayacağı bir Prens yönetiminde tek dilli, tek etnikli, tek kültürlü bir Bulgar monarşi devletinin kuruluşu yasallaştı.
Bu temel yasa, Bulgaristan Müslümanlarına da ibadet ve dini örgütlenme hakkı tanımış, özel okullarda Türkçe eğitime ve Müslümanların geleneklerine uygun yaşamasına mani olacak maddeler getirmemişti.
Anayasa tartışmalarında Bulgar toplumu liberaller ve tutucular (konservatörler) olmakla ikiye ayrılmış, Batıcı ve Rusçu (Rusofob ve Rusofil) kanatlar sivrilmiş ve daha sonra bu parçalanma sosyal demokratlar, dar ve geniş sosyalistler, komünist ve çiftçiler, Makedon asileri, Kominternciler ve monarşi- faşist, anti-faşist gruplaşmalar şeklinde parçalanıp birleşmişler ve birbirine kıymışlardır.
Bulgar parlamenter monarşisinde, bağımsızlık, özgürlük ve egemenlik gibi kavramlar hiçbir dönemde derin tartışma konusu olmamıştır. Bugün, “93 harbi” dediğimiz büyük savaşın Geçici Barış Protokolü, 3 Mart 1878’de San Stefano’da (İstanbul-Yeşil Köy) imzalanırken Bulgar temsilci davet edilmemiştir. 3 ay sonra toplanan Berlin Konferansına da Bulgar temsilci yoktur.
Bugün Bulgaristan Cumhuriyeti halkı 3 Mart’ı Milli Bayram olarak kutlasa da, gözle görülen 140 yıldır devam eden bir Rus baskısı sonucudur.
Ne var ki, zaman içinde Rusya İmparatoru II. Aleksandır’ın bu kanlı saldırı savaşı Bulgar halkını Osmanlı’dan kurtarmak için değil, sıcak denizlere inmek için yaptığını öğrenmeyen kalmadı.
Bulgar halkının aldatıldığı bilinci oluştu. Bulgar Prensliğine savaş tazminatı olarak, 82,5 ton altın borcu yüklendi. Savaşa katılan Rus askerleri, Bulgarları kurtarmaya değil, kendilerini toprak köleliğinden kurtarmaya gelmişlerdi. II. Aleksandır, savaştan dönen toprak kölesi askerlere “özgür insan” statüsü tanıyordu ama onlara tanımadı, hepsi Rusya keşmekeşi içinde telef olup gittiler.
Tuna’yı geçip Bulgar evlerini, köylerde kilise ve okulları, şehirleri görünce dudak ısıran Rus toprak kölesi askerler, cennete düştüğünü sanıp yağmaya başlar ve aç köpek misali Türk’e Bulgar’a saldırır. Asker kılıklı toprak kölesi köylü gençler daha önce kendi toprağını işleyen, taşınır ve taşınmaz mal mülk sahibi, okuryazar, meslek sahibi, seçtikleri ortamda aile kurabilen, elinde cebinde para dolaşan köylü görmediklerinden şaşa kalmışlardır. Bu gerçeğe Rus klasik Dostoevski bile “Anılarım” eserinde işlemiştir.
Osmanlının bağrında “bağımsızlık” hayal etmeye başlayan Bulgarlar daha il anda kendi aralarında üçe bölünmüştür.
Bir kanat sözde “kurtarıcı” Rusya’ya bağlı devlet kurmayı düşlerken,
İkinci kanat milli bağımsızlık komitelerinde örgütlenenler dış güçlerden bağımsız ve egemen bir devlet kurmak için çalışır.
Üçüncü grup da, yüzü Batıya dönük bir Bulgar devletinden dem vurur.
İşte böyle bir ortamda, başkenti Sofya olan, Koca Balkan ile Tuna nehri arasına sıkışmış, yüz ölçümü bugünkü Bulgaristan’dan % 50 daha küçük olan bir Prensliği yönetmenin zorluklarını aşamazlar. İlk Prens Aleksandır Batenberg tahtan inip gider. 1985’te Başbakan Aleksandır Stanbolov İstanbul’a yollanır. Sultan Abdül Hamid’in elini öper ve “Osmanlıya dönmek istediklerini bildirir.” Haşmetli kabul etmez tabii.
İşte o zaman, Rusların kişiliğinde “kurtarıcı” bekleyenler, esarete düştüklerini idrak ederler. II. Aleksandır, Bulgar dilini yasaklamak ve Rusçayı dayatmak niyetindedir. Tuna kıyısında bir ‘ Tuna Boyu Rus Eyaleti” kurma hayalini gizlemez. Bularlar bir halk ve devlet olarak yeni bir kırılma yaşar. Savaş ve ardından derinleşen bunalım Türkleri de sarsar ve 1 milyon kişi Osmanlı’ya göç eder.
Abdül Hamid’den yüz bulamayan Başbakan Aleksandır Stanbolov Avrupa asilzadelerinden Ferdinand Saks-Kobur-Gotski’yi Bulgar tahtına Prens olarak oturmaya ikna eder. Kansleri Bismark, Ferdinan’da ömür boyu maaş bağlar ve cebine 2 milyon Mark sıkıştırarak “git yap şu işi” der.
1909’da Ferdinand Bulgaristan’ı Çarlık ilan eder ve savaş hazırlıklarına başlar. Osmanlının “hasta adam” olduğunu işittikçe iştahı artar. Balkan Birliği kurup 1912’de saldırıya geçer. Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz gibi şehirleri ele geçirir de Çatalca’da toslar.
İkinci Balkan Savaşında tamamen yenilir. Bu arada, Çar, hükümet, Kilise ve Ordu el ele verip Batı Rodoplar’da yaşayan Müslüman Pomaklara saldırır. İsimlerini, kıyafetlerini değiştirir, 250 bin kişiyi vaftiz eder, camilerin minarelerini yıkıp kilise yapar, zorla kimlik değiştirmeye direnenleri Ege bölgesine göçe zorlar. O yıl Sofya Büyükelçiliğinde askeri ateşe olan Yüzbaşı Mustafa Kemal’in esnek diplomatik girişimleri sonucu, Pomakların hakları iade edilir. Çar’ın Ordusu İkinci Balkan Savaşının ardından soyunduğu Birinci Dünya Savaşında, Alman müttefiki olarak çok ağır bir yenilgi alır. Mağlup devletlerin arasındadır. Savacı Cumhuriyet istekleriyle Asker Ayaklanması izler. 1919’da Noy Antlaşmasını imzalayan Bulgar Çarlığı büyük bir yıkımın ve ruhsal kırılmanın çaresizliği içindendir. Prensliğe savaş kaçakları ve göçler doluşur.
Ferdinand dayanamaz, tacı oğlu III. Boris’e giydirir ve bir daha dönmemek üzere Almanya’ya döner. Bu savaşta Bulgaristan Türkleri de 6 956 askeri şehit verir.
Üçüncü Bulgar devletinde Prensliğin ömrü 30 yıl, Çarlığın ömrü de 37 yıl sürer. Bu kısa dönemde 3 ayaklanma, 2 askeri darbe ve 1934’ten 1944’e kadar 10 yıl arasız iç savaş yaşanır. Türkler iç boğuşmada tarafsız kalır, Türkiye’ye göç savaş yıllarında dahi arasız devam eder.
İkinci Dünya Savaşında Üçlü Mihver’e katılan Bulgar Çarlığı Nazi güçleriyle birlikte Makedonya ve Ege bölgesini işgal eder. Bu topraklarda yaşayan 20 bin Yahudi ve Romen’i Polonya’daki “Treblika” Ölüm kampına gönderir, geri ancak 4 kişi döner. Bulgaristan Yahudileri de evlerinden toplanır. Kamplarda tutulur. Hitler’in şiddetli ısrarına rağmen, Doğu Cephesine ordu göndermeyen Bulgar Çarı III. Boris, 1943’te Almanya ziyareti esnasında zehirlenir. Sofya’da ölür.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında monarşi-faşist diktatörlüğün Müslüman azınlığa şiddet uygulaması arasız sürmüştür. 1879’da toplam 2 700 olan Türk okullarının 2 150’si kapanır. Ancak 550 okul kalır. Bu okullarda Latin harfleriyle eğitime geçilir. 1934 yılından başlayarak Smolyan (Paşmaklı) bölgesinde Müslüman Pomakları isimlerinden, adet ve geleneklerinden giysilerinden ve camiye gittikleri, kurban kestikleri ve oruç tutukları için rahatsız etme zulmü ”Vatanda Birlik” ırkçı örgütü tarafından 1944’e kadar sürer. Büyük sayıda Pomak genç kör cahil kalır.
- yüzyıl, Bulgar devleti tarihinde, en büyük yıkım, trajedi ve manevi kırılmayı 1944-1946 yılları arasında yaşar. 9 Eylül 1944’te Bulgaristan Kızıl Ordu tarafından işgal edilir. Sosyalist devrim zaferi ilan edilir. Savaş devam ederken ülkede faşistler ve komünistler arasında sert bir hesaplaşma yaşanır. Aralarında başbakan, bakan, milletvekili, bankacı, iş adamı, subay, general olmak üzere 25 bin kişi tutuklanır ve yargısız infaz edilir. Tuna nehrinin “Persin” adasında “Belene” adlı toplama kampı kurulur.
Git gide kampların sayısı 165’i bulur. Bu kamplarda kalanların sayısı bugün de bilinmiyor.
Sert devlet terörü ortamında Bulgaristan Rusya’ya ikinci kez esir düşer.
Bu esaret bugün de devam ediyor. 1946’da yapılan halk oylamasıyla Bulgaristan’da monarşi düzeni değişir. Monarşi Anayasası hasıraltı edilir. Çar II. Simyon 12 yaşında sülalesiyle birlikte memleketten kovulur. Öteki kovulanlar gibi o da Türkiye’ye sığınır. İşçi sınıfının ve öncüsü Komünist Partisinin toplumdaki rolü yeni anayasaya işlenir. Yeni toplum sınıf savaşımı ve ideolojik mücadele üzerine kuruldu.
1950 yılında 115 bin Türk Türkiye’ye kovulur.
Topraklar ve üretim araçları kooperatifleştirildi veya devletleştirildi. O dönem 6. çok ağın toplumsal kırılma yaşanırken devlet kurumları ve toplum tamamen çöktü. Azınlıklara baskı şiddetlendi. Müslümanlar sınır bölgelerinden alındı, Bulgar yerleşim yerlerine sürüldüler. İnsanlar devletin elinde bir oyuncak durumuna getirilmişti. 1948’de Makedon nüfusun isimleri de değiştirildi ve kolektif hakları kısıtlandı.
1956’da Todor Jivkop Komünist Partisi ve yürütmenin başına geçti. Bu kör cahil adamın yönetiminde halkın çekileri ve bunalımlar derinleştikçe derinleşti. Önce azınlıkların topyekûn eritilip asimile edilerek Bulgarlaştırılması planları çizildi. Baskı ve terör stratejileri hazırlandı. Sıkıntılar Türk okullarının millileştirilmesiyle başladı. Bulgarca bilmeyen çocuklar okuldan düştü, uzaklaştı.
1962’de Romen Çingenelerin isimleri iki arada bir derede değiştirildi. Dinsiz ilan edildiler. 1964’te silahlı ordu birlikleri Mesta (Karasu) boyundaki Pomak köylerini bastı fakat geri püskürtüldüler. Ardından bir duraklama oldu ve Pomaklara karşı devlet şiddetine 6 yıl ara verildi. Bu zaman içinde beyin yıkama saldırısı aldı yürüdü. Seyredilmesi zorunlu filmlerle, okunması ve müzakere edilmesi zorunlu kitaplarla psikolojik baskı yoğunlaştı. Bulgar devleti Pomaklara “Ayrılık Zamanı”, “Türk Esareti”, “Zorla İslamlaştırma” ve “İslamlaştırılmış Bulgarlar” gibi kategorilerle amansız saldırdı.
“Geçmişi yeniden yaratma” saçmalığı çerçevesinde “soy kökü” araştırmaları başladı. 1961’de “Rodoplar Bulgar Kalesidir”, 1964’te “Türk Esaretçiler Tarafından Çalınan Kadın ve Çocuklar”, bir yıl sonra ”Değiştirilemez Tarih” eserinde
“Birinci Kitlesel Müslüanlaştırma”, “İkinci Kitlesel Müslümanlaştırma”, “Çepin Vadisinde Müslümanlaştırma” ve “Razlog bölgesinde Müslümanlaştırma” gibi tamamen uydurma eserler çıktı.
1656’da son kitlesel Müslümanlaştırmada büyük sayıda ölüden, 218 adet yıkılan kiliseden, 33 adet yakılan manastırdan söz edildi. Bu uydurmalar “Türk İstilacıların Asimilasyon Politikası” yapıtıyla doruk buldu. Körüklenen çok yoğun bir sindirme ve yıpratma, korkutma saldırısıydı.
Ardından gelense, 1870’de Viyana basınında Stefan Zahariev imzasıyla yayınlanan, Tatar Pazarcığa bağlı “Korova” köyü Papazı Metodi Draginov tarafından sözde bulunan ve XVII. Yüzyılda “Çepino” vadisinde Müslümanlaştırma olayını güya belgeleyen ve “Belov Efsanesi” adlı bir başka belgeye dayanan yazar Anton Donçev’un kaleme alınan “Ayrılık Zamanı” romanına göre çekilen film bütün Pomak köylerinde defalarca gösterildi. Filmde, Türk esaretçilerin “gaddarlığı” dayatıldı. Bu çalışmalar, görünürde Bulgar Bilimler Akademisi (BAN) ve bu kuruma bağlı enstitülerden kaynaklanmış gibi görünse de, işin başında Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Politik Bürosu ve emirleri uygulayan gizli polis “DS” vardı. Kitapları yazan da hep aynı kişi milliyetçi komünist Profesör Petır Petrov’tu. Psikolojik baskıdan, devlet terörüne geçiş sınırlarının nasıl belirlendiğini bilmiyorum.
Ama şu olay beni çok etkiledi. 2014’te “20. Yüzyılda çekilen en güzel Bulgar filmi yarışması düzenlendi” ve yarışmayı 40 yıl sonra “Ayrılık Zamanı” kazandı, yazar Anton Donçev ise, Akademisyen ilan edildi. Kötülüğün yıkıcı etkisi üstüne inceleme eseri okumağımdan, değerlendirme yapamıyorum. Demek istediğim, sanki kötülüklerin ömrü çok uzun… ya da Bulgarların isim, dil, din değiştirip asimile etmekten başka kaşıyacakları uyuzları kalmamıştır!
Fakat 1972’de Gotse Delçev (Nevrekop) belediyesine bağlı 3 bin hanelik Ribnevo (Ribne) Pomak köyü silahlı askerler tarafından yeniden basıldı. Askerler geri püskürtüldü. Köy aylarca abluka altında tutuldu. Yağsız, tuzsuz, şekersiz bırakıldı, okul ve sağlık merkezi kapandı.
Camiye ay yıldızlı bayrak dikildi. Müslüman kimliğini savunma çarpışmalarında Pomaklar büyük sayıda şehit verdi. Sürgün edildiler. İşini, evini yerini bırakıp uzak yerlere taşınmak zorunda bırakıldılar.
Bu köyde polis dayağından 8 kişi öldü. Köyde toplu mezar var. Vılkosel köyünde 100 Pomak şehit düştü. En şiddetli çarpışmalar Kornitsa ve Ablanitsa köylerinde yaşandı. Pomak köylerinin hepsinde şehit anıtları var.
1973’te Bulgar Anayasası yeniden değişti. Adına “Todor Jivkov Anayası” dediler. Komünist Partisi toplumdaki ve devletteki yönetici rolü Yeni Anayasada birinci madde oldu. Komünist partisi ile Yürütme ve yargının tek elde toplandı ve totaliter devlet oluştu. Komünist totaliter devletin zulmü ve şiddeti, Nazi Almanya’sındaki faşist devletin şiddetinden daha korkunçtu. Taşınmazlar ve üretim tesisleri, bankalar ve maddi ve manevi imkânların hepsi parti-devletin elinde toplanmıştı.
1970’li ve 80’li yıllarda Bulgar devleti asıl Türklerin kimliğini – yani ismini, dinini değiştirmek, ana dilini yasaklamak, yazı dilini unutturmak, adetlerini, geleneklerini, törelerini, edebiyat, sanat ve kültürlerini rafa kaldırıp dünyaya “Bulgaristan’da Türk Yok” yalan haberini duyurmaya çalışıyordu.
1958 ‘de devletleştirilen Türk okulları giderek kapatıldı. Din okullarımız, pedagoji enstitülerimiz, gazete ve dergilerimiz, Radyo yayınlarımız da kapatıldı. Türkçe konuşana para cezası kesmeye başladılar. Köyden köye, köyden şehre, şehirden köye yollar kesildi. Hastaneye gitmek imkânsızlaştı.
İşte böyle kuş uçmaz bir şiddet ortamında büyük saldırı 24 Aralık 1984 sabahı başladı. Köyleri silahlı polis, jandarma, bordo bereler, sivil polis ve zülüm etmenin gönüllüleri sardı. Türkün Türklüğünü zorla almaya gelmişlerdi.
Tek yumruk olan Türkler direndi, yürüdü, ayaklandı. Çok kan aktı. Tank paletleri altında kalanlar oldu. Zırhlı araçlar şehitlerin üzerinden geçti. 200 Türk şehit düştü. 15 000 kişi tutuklanıp içeri atıldı. Devletin tüm gücüyle giriştiği bu saldırıda 1 253 535 (bir milyon iki yüz elli üç bin beş yüz otuz beş) Bulgaristanlı Türk vatandaşın ismi, baba adı ve soyadı zorla değiştirildi.
Memlekette hayat durdu. Ama Türklük mücadelesi durmadı.
52 illegal, yarı legal ve legal direniş örgütü, öncü müfreze kuruldu. Başımıza gelenler Büyükelçilikler, Radyolar ve daha birçok kanaldan dünyaya duyuruldu. Bulgar devlet terörünü dünya öğrendi.
Bulgaristan’da insan hakları, sivil toplum hakları, bireysel hak ve özgürlükler, din özgürlüğü, eşit vatandaş hakları ve kültür ve medeniyet giye daha ne varsa hiçe sayıldı, çiğnendi, yok edildi. Türkçe kitaplar toplanıp yakıldı.
Bu konuda yalnız bir örnek vermekle yetinmek istiyorum.
Yıl 1985. Sofya Radyosu kapısına yerleşmiş bir yük kamyonuna sandıklar yüklenir. Besteci Profesör Nikolay Kaufman’ın eşi Nikolina, Radyo müzik arşivinden, Türk müzik kayıtlarının çöpe atmak üzere kamyona yüklendiğini eşine telefonla bildirir. Arabasına atlayan Profesör Kaufman Sofya’dan çıkmak üzere olan kamyonu durdurur, şoföre para verir, kayıtları evine ve garajına saklar ve kurtarır. O, zulüm günlerinde, biz Türklere yardım eli uzatan bir Yahudi’dir. Sanat eserlerimizi kurtarandır.
Aynı zamanda “Ankara Radyosu”, “Türkiye’nin Sesi”, “Almanya’nın Sesi”, “Amerika’nın Sesi”, “Bi Bi Si” radyoları halkımızı uyandırırken, koordinatör ve örgütleyici rolü de gördüler. Kitle ruhumuz, Müslüman ebadımızla uyandı. Kükreyişimiz, 1989 Mayısında 72 bin Türkün bir anda ayaklanmasında ifade buldu. III. Bulgar Devleti çöktü. Nasırlı ellerimiz ve bükülmez irademizle, cesaret ve bilinçli atılımlarla diktatör Todor Jivkov’u ve totaliter zulüm düzenini devirdik.
Bu bir ölüm kalım savaşıydı. Sarı Saltık’tan beri bu toprakları ekip biçen insanların kudreti yenilmezdi.
Birbirine kenetlenen Bulgaristan Türkleri, hapishanelerden gelen iniltileri, tutuk evlerindeki zulmü işittikçe coştu, sürgündeki kardeşlerimizle dayanıştı, Bulgar devleti sarsıldı, iflas etti, çöktü. Tepeden tırnağa silahlı bir devletin çöküşünü anlatmak kolay değil. İşe giden, emir dinleyen yoktu. Türkler bankalardan paralarını çekti. Devlet parasız kaldı. Moskova’daki darphaneden birkaç milyar leva istediler. Almanya’da 500 milyon Alman Markı borç talep ettiler. 360 bin Bulgaristan Türkü kapıyı aralık, lambayı yanık bırakarak Türkiye’ye yöneldi. Etnik bir azınlığın, koskoca bir devlet rejimini stop ettirdiği, diktatörü devirdiği, zulüm parti ve organlarını kapattığı ve anaya değiştirttiği olaylara İSYAN, AYAKLANMA, DEVRİM demeye dilleri dönmedi. İstenense yalnız hak ve özgürlükler, insan hakları, adalet ve demokrasiydi.
O zamandan bugüne 30 yıl geçti. Bulgar tarihçiler, Bulgaristan Türklerine, bir asır boyu yapılan zulme, uygulanan devlet terörüne bir türlü SOYKIRIM diyemediler.
2700 okulumuzun kapatılmasına, kültür evlerimizin, tiyatrolarımızın, camilerimizin kapısına kilit vurulmasına, anadil yasağına, okul yasağına, edebiyat, sanat ve kültür yasağına KÜLTÜREL SOY KIRIM diyemediler. 1950’de 115 bin, 1968-1974 yılları arasında 130 bin, 1989’da 2 ay içinde 360 bin Bulgaristan Türkünün zorla sınır dışı edilmesine bir türlü ZORLA KOVMA, GÖÇE ZORLAMA, DEPORTASYON diyemediler.
Can çekişen Bulgar devleti hep Moskova’ya danıştı. Sıkışınca hep Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 16. Cumhuriyeti olmak istedi.
3 gün sonra 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov devrilişi anımsanacak.
Bu sene Çorlu, İstanbul, İzmit ve Bursa’da düzenlenen Zorla Göçün 30. Yılı anma toplantılarında, Kültürel Soykırım sempozyumlarımızda Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezimizden başka hiçbir bilimsel kurum ya da kişisel görüş sahiplerinden herhangi biri SOYKIRIM kavramını kullanmadı.
Bu hafta ilk kez olmak üzere, 1997-2001 yılları arasında İvan Kostov hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Eğitim ve Teknoloji Bakanı, tarihçi, Sofya Yeni Bulgar Üniversitesinden halen ders veren Profesör, Doktor Beselin Metodiev , Bulgar devlet televizyonu BNT –1‘in “İstoruya.bg” (tarih.bg) – tarih 04 11 2019 – programında Bulgar devlet zulmüne “soykırım denemesi”, göçe zorlamaya da “deportasiyon” dedi.
Son bölüm:
Şimdi sizlere Bulgaristan’ın bugününü ve Bulgaristan Türklerini kısaca bir şekilde anlatmaya çalışacağım.
1879’da Bulgar Prensliğiyle birlikte Bulgar siyaseti de doğdu. Yaşı artık 140 olan bu siyaseti parlamenter monarşi; sosyalizm, totaliter komünizm ve sözde demokrasi olarak 3 köklü dönüşüm aşaması geçirdi; parlamenter monarşi aşamasını Prenslik, Çarlık ve monarşi-faşist Çalık düzeni olarak 3 alt bölümde 1879 ile 1944 yılları arasında görüyoruz. Monarşi modeli Batıdan alındı.
Prenslik, 1909’a, Çarlık oldu. 1934’te, Nazilerle kenetlenen Çar III. Boris diktatörlük kurdu ve 9 Eylül 1944’e kadar sürdü. Ömrü 66 yıl olan Bulgar monarşisini 55 hükümet idare etti. Azınlıklara bakanlık ve bakan yardımcılığı, devlet görevi verilmedi. Nüfusun yarısını oluşturan azınlıklarla ÇALIŞMA PROGRAMI bile hazırlanmadı.
Hükümet koltuklarında liberaller ile bağımsızlar görev değiştirirken, faşist diktatörlük dönemini demokratlar ile Moskof ajanı olduğu açıklanan Başbakan Kimon Georgiev’in “Zveno” partisi yönlendirdi. Sıkıntılı trajedisinin sızıları dinmeyen Bulgar halkı, bu aşamada Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi (BZNS) kurucu önderi Aleksandır Stanboliyski kişiliğinde bir HALK LİDERİ gördü. Geçen yüzyıl Bulgar halkı başka bir lider de yetiştiremedi. 1918-1923 yılları arasında yöneten Stanboliyski, Türklere dostane el uzatan ilk Bulgar liderdir oldu. Ne yazık ki feci faşist saldırıya kurban gitti.
Almanya faşizme bel bağlarken ve Avrupa Büyük Savaşa soyunurken, yaşanan ağır dönemde Bulgaristan Türkleri okullarını aydınlıkla ısıtmaya, kapı kapı gazete ve dergi dağıtmaya devam ettiler. Türklüğümüz “Turan” ve “Sportif – Kültürel” Derneklerde, öğretmen kulüplerinde örgütlenerek 1929’da BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN BİRİNCİ MİLLİ KONGRESİNİ SOFYA’DA topladı. 750 delege ve 250 konuk, dil, din, eğitim, yayın, kültür, aydınlanma konularına birlikte el attılar ve programsal atılım temelleri belirlediler. Ne ki, 1934’le gelen faşist askeri darbe demokratik atılımların yolunu kesti.
***
Politik analiz açısından ikinci dönüşüm aşamasına girerken, Bulgar milli politik kimliğinin dokusunu oluşturan Çiftçi Partisi’nin yasaklanmış olmasına rağmen, 1944 yılına 786 bin kayıtlı üye ile girdiğini belirtmek isterim. Komünistlerin anti-faşist kitle hareketini belirleyenler ise, topu topu 15 bin kent ve bağ-bayır partizanıydı.
1990 Temmuzunda Sofya’da Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi binası ateşe verildi. İçerden çıkan dosyalardan, 1944-1989 yılları arasında 1 256 183 Komünist Partisine üye olduğu, 10 Kasım 1989 tarihinde–Jivkov’un devrildiği gündür–kayıtlı komünistlerin toplam 860 bin olduğu, üniformalı ve sivil 460 bin polis ve 10 bin gizli polis ajanından 3 016-sının Türk olduğu açıklandı. Sosyalizm yıllarında, ileri gelenleri Mecliste ve Devlet Konseyinde görev alan Çiftçi Partisi üyelerinin sayısı hiçbir zaman 50 bini aşmadı.
1944’te Bulgaristan’da politik sistem, üretim araçları mülkiyeti ve üretim ilişkileri değişti, ekonomik, sosyal ve kültürel model değişti.
1973’ten sonra bu sistem totalitarizme dönüştü. Hitler faşizminden farkı ancak bütün mülkiyetin devlet eline geçmiş olmasındaydı.
Şiddetli baskı ve terör rejimiyle – tek dilli, tek kültürlü Bulgar sosyalist milleti ve devlet kuruculuğu denendi.
O yıllarda Bulgaristan Türkleri toplumda her zaman ORTA DİREK rolü gördü. Bulgar toplumu Türkler nefes almadan nefes alamadı. 1978’den başlayarak 280 bin ton tütün üreten Bulgaristan Türkleri, madenlerde, ulaşımda, ağır ve hafif sanayi tesislerindeki çalışmalarıyla, devletin dış satımdan elde ettiği dövizin % 48’ini sağladı. Kolektif hakları, dernekleri, partileri olmadı ama vatan sevgisinden güç alan ilhamları asla sönmedi.
Birinci Balkan, İkinci Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarına Bulgar Ordusuna silah elde katıldılar. 1919 Paris-Nöyli Anlaşmasından sonra, bir daha asla silahlı eğitim almadılar, Varşova Paktı emrinde askerlik yapanlar da, ancak inşaat eri, demiryolu işçisi oldular. Kazma kürek işlerinde kullanıldılar. Ellerine silah verilmedi. Her zaman 2. Sınıf insan kaldılar.
“93 harbinden” sonra Türkler köylerinde kaldı.
1944’ten sonra durum değişmedi. Örneğin Osmanlı devrinde Sofya’da 29 Türk Mahallesi, 72 cami, medrese, türbe ve hamamlar varken, Türklükten iz kalmadı. Bugün Sofya’da tek cami var.
Diğerlerinin minareleri gök gürültülü havada bombalandı ve hepsi kilise, müze, depo vs haline getirildi. 1879’da toplam sayıları 2 535 idi. Rusçuk Valisi Mithat Paşa devrinden beri Bulgaristan’da Türk meslek ve sanat okulu kurulmadı. Şumnu’da açılan NÜVVAB okulunda Müftü ve Kadı yetiştirildi. Aynı şehirde 1924’te açılan 2 yıllık Pedagoji Okulundan öğretmen Türk Okullarına öğretmen çıktı.
1952’de Bulgaristan Türklerine tanınan kısmi özgürlüklerle Türk ilk ve ortaokulları, öğretmen okulları ve Sofya Üniversitesinde 5 Fakülte Türk dilinde ders programlarıyla, 3 Tiyatro, Türkçe birkaç merkez gazete, dergi, il yayınları, 50’den fazla özenci sanat kolektifleriyle aydınlanma kükremesi yaşandı. Ne yazık ki, 1956’da T.Jivkov’un iktidarı kapmasıyla aydınlanmamız karartıldı.
Bugün Türk dili seçmeli ders, 3 İmam Hatip Okulu ile Sofya’da bir Yüksek İslam Enstitüsü var ama bunlarda Türkçe dersler geri plandadır.
1973-1989 yılları atasına sıkışan totalitarizm ırkçı ve milliyetçi yasaklarına rağmen, Bulgaristan Türklerinin ruhu ve kimliği halk bilgeliğinden ve geleneksel kültürümüzden beslenerek ayakta kaldı, zar zor ama hep yaşadı.
Bulgar milliyetçiliğinin özünde ve uygulanışında etnik azınlıkları eritip kendi içine akıtma ve sönen Bulgar ateşini yaşatma hedefi vardır. Bunun aracı olarak da zulüm seçilmiştir.
Zalim devletin tutuklamalarına ve bütün koğuşları Türk dolu hapishanelerine, ölüm kamplarına ve yargısız infazlarına rağmen, Türk kimliğini yaşatma mücadelemiz bir an durmadı. “İslamlaştırılmış Bulgarlar” tezine göğüs gerdik, direndik. Türklüğümüzün örf ve adetleriyle gizli yaşadık, ama teslim olmadık. Bulgaristan toplumunda paralel yaşam tarzı oluştu ve halkın Türklük birikimi 1989’da patladı.
Trenleri, tren istasyonları, havaalanı ve lokantaları havaya uçurma gibi terör olayları Türklerin hesabına yazılmaya çalışılsa da, mücadelemiz ancak barışçı araçlarla sürdü. Okuma yazma bilmeyenler göz göze anlaşırken, bayramlarda kucaklaşanlar “ölüm var teslim olmak yok” yemini içti. 15 bin kardeşimiz, Türk kimliğimizin kaymağı, en yürekli, en cesur gençlerimiz içerdeyken, 1989 Mayısında Ayaklananlar Kadın, Gelin ve Kızlarımızdı.
Bulgar tarihinde ilk etnik ayaklanma dev boyutlara vardı.
İnsan hakları için parladı. Bu ayaklanmaya 72 bin kişi katıldı. Türkiye’nin varlığı her zaman hepimizi yüreklendirdi. Çarpışmalara yara alan kardeşlerimizi Bulgar hastaneleri almayınca, İstanbul Çapaya taşıdık. Bizimki Cebel’den, Mestanlı’dan Deliorman’a Dobruca’ya yükselen bir direniş dalgasıydı. Bulgar tarihinde böylesi görülmemişti. Türklük ruhumuz dev güç toplamıştı. Ne yazık ki, bu kutsal şahlanışımız, azınlık haklarımızı bütünsel elde etmemiz açısından yarım kaldı. İsimlerimizi ve din özgürlüğümüzü geri aldık, fakat eğitim ve kültürel kimliğimiz sakat kaldı.
500-binimizin Türkiye’ye geçmesiyle özgürlük, adalet ve demokrasi davamızın unutulacağını sananlar aldandılar, bugün de aldanıyorlar.
Bulgar halkı Türklerle el ele, omuz omuza olmadan, iyi ve kötü gün beraberliğini kabul etmeden, tek dilli, dek kültürlü Bulgar devleti kurma saçmalığından vazgeçmeden, ne özgürlüğün, ne adaletin ne de demokrasinin tadına bakamaz, yüzünü göremez.
Üçüncü aşama 10 Kasım 1989’da başladı. Değişim Türk İsyanıyla başladı. Üçüncü Bulgar Devletinde Türkler ilk kez 1990’da politik sahneye çıktılar. XX. Yüzyılın Müslümanlara devlet zulmünden bir politik parti olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi doğdu.
Bu parti, Bulgaristan toplumuna dışarıdan yapılan bir siyasi aşı değildir, kitlesi köylü olan bir siyasi birikimin hak ve özgürlükler, adalet ve demokrasi mücadelesinde dikey yapılanmasıdır. Ruhu halktan doğan bilinçle beslenir ve tüm azınlıklara kanat açmıştır.
Yeni dönemde, Bulgaristan Müslümanları, Türkler ve tüm azınlıklar, halkın somut problemleri ve istekleriyle siyaset yapacak, özgürlük, adalet ve demokrasi davasını doğru yönlendirecek, 1990’dan sonra yetişen ve artık siyaset sahnesine çıkan Bulgar gençleriyle kucaklaşacak bir davaya sağdık lider bekliyor.
1990 Anayasası Bulgaristan Türklerine ve öteki azınlık topluluklarına bireysel ve kolektif haklar, azınlık hakları, özgürlük, sivil toplumda eşit haklılık, özgürce seçme ve seçilme hakkı getirmedi. Bu nedenlerle 1991 Anayasası Hak ve Özgürlük Hareketi milletvekilleri tarafından imzalanmadı. Yeni rejim, insan hakları konusunda uluslararası yükümlüklerini yasalaştırıp uygulamadı, uygulamıyor, gizli ırkçılığı devlet politikası olarak sürdürüyor. Bunu modern teknolojik araçlarla donanıp aşmamız aktüel ödevimizdir.
Hatta “Böyle bir devlet yok!” partisinin lideri Slavi Trifonov’un 16 Kasım 2016’da gerçekleştirdiği halk oylamasında 2,5 milyon vatandaşın onayladığı istekleri parlamentoda partiler uygulamadı. Türklerin desteklediği bu isteklerde politik sistemin değiştirilmesi, seçim kanunu değiştirilerek çoğulcu sistemden, majoriter seçim sistemine geçilmesi, partilere oy başı devlet yardımlarının kesilmesi, zorunlu seçim gibi maddeler vardı.
İstanbul’da başında bulunduğum BULTÜRK – Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği sadece 700 bini Türkiye’de olmak üzere toplam 3 milyon civarında seçmen dış ülkelerde bulunan genel seçimde oy vermenin posta yolu ile verilmesini önerdi. Çifte vatandaşların seçilme hakkını savunuyoruz.
27 Kasım 2019’da Bulgaristan’da yerel seçim vardı. Totaliter komünizm naşı anlamına gelen s r a t ü k o – yani 30 yıldan beri var olan sakat durum kalkmadı, değişmedi. Totalitarizm suçluları cezalandırılmadı.
Toplumun kabuğu değişti fakat özü aynı kaldı. Seçimden 1 gün sonra “YOK BÖYLE BİR DEVLET PARTİSİ” politik sistem değişikliğine yeniden bayrak açtı. Bu parti, 1989’dan beri kurulan 411-inci siyasi partidir. 151-inin nefes aldığı haberlerini alıyoruz. Toplumda yenilenme süreci güç topluyor.
- Yüzyılda Bulgar siyasetini belirleyen 2 siyasi parti var.
1989’da parlayan özgürlük ateşiyle Demokratik Güçler Birliği (CDC),
1997’de tek başına iktidar olan Birleşik Demokratik Güçler (ODS) ve 2001’de iktidara davet edilen II. Simeon Partileri saman ateşi gibi kendiliğinden söndü ya da seçmen tekmesi ağır gelince defteri kapattı.
Bulgar toplumu da bekleyiş içinde, Avrupa’nın en yoksul ülkesi, halkın %80’nini çaresizliği, devlet servetinin oligarşi elinde toplanması, rüşvetçi, adaletsiz, endişe yaratan ve korku saçan bir toplumda kimse yaşamak istemiyor, hele hele genç kuşak gençlerimiz…
Sözünü ettiğim 2 parti, siyasi komünist gerçeğin yazı ve tura tarafıdır. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), 130 yaşındaki Bulgaristan Komünist Partisi’nin kuyruğunu koparmış ve renk değiştirmiş kertenkele suretindedir. Bu parti Moskova’dan aldığı emirlerle sol-sağ yaparken, ideolojisiz, mihversiz ve hayalsiz kala kaldı.
Totalitarizmin terör estiren polisleri Pomaklara ve Türklere karşı işledikleri cinayet ve suçlardan tam 16 yıl saklandıktan ve Avrupa Birliği ve Amerika siyasetçilerinin “başkası yoksa onlar da olur” anlayışıyla eski tüfek komünistlerin çocukları ve torunlarını siyasete davet etti.
1944-46 yıllarında babası 1 300 kişiyi öldüren bir katilin oğlu, bu gün 27 Ekim 2019 da yerel seçimlerinin 2. Turunda, Ruse (Rusçuk Belediye Başkanı seçildi. “Belene” ölüm kampı Amirinin oğlu da mecliste, BKP MK Politik Büro üyelerinin kızları Uluslararası Bankaların karar mercilerinde veya Avrupa Parlamentosunda milletvekilidir.
Onların gönlünde “sosyalizmin iyi günlerine” özlem var. Jivkov devleti, 15 000 partizanı, 250 bine çıkarmıştı. Hazıronculara FAŞİZME VE KAPİTALİZME KARŞI SAVAŞÇI MAAŞI vermişti.
Kimilerini ezerken, diğerlerine “nazı böcek” muamelesi yaptı. Ayrım uyguladı, toplumu parçaladı, dağılıyor.
İkinci parti.
2009’da ABD ve AB ile uzun süren müzakerelerden sonra iktidara gelen, Bulgaristan’ın Avrupa Vatandaşları GERB ve Başkanı Boyko Borisov, 10 senedir Brüksel ve Washington temsilcisidir.
İktidara koltuk olan hazır oncular artık 400 bin oldu. Rusya’ya ters bakmayıp, Ankara’yı da neredeyse “dost sınır bekçisi” ilan ederek, seçimden seçime ömrünü uzatıyor.
Üçüncü parti.
Totalitarizmi geri teperek reddetme ve demokrasiyi hayata çağırma mücadelesinin içinde bir de Türklerin ve Müslümanların HAK VE ÖZGÜRLÜKLER PARTİSİ var.
Artık 29 yaşında. Yukarıda işaret ettiğim, zülüm altında kurulan 52 direniş örgütünün, her gün camiden çıkarken ellerini duaya açıp “Allah Kabul Etsin!” diyenlerin, çocuklarının başını okşarken “umudum sizsiniz” diyenlerin, yarımız memlekette öteki yarımız gurbette ekmek parası arayanların, vatan hasretiyle yanan soydaşlarımızın partisidir, kısaca “DPS” HÖH sözde Türk partisi dediğimiz bu parti.
Bu partinin Kökünde, mayasında ve meyve yüklü dallarında hile olmayan bir partidir.
Karıncaya yol veren, olağanüstü çalışkan, hile bilmez, kötülük bilmez, alçak gönüllü, kalbi iyilik dolu halkımın partisidir. Mücadelemizden doğmuş ve mücadelemizde hala yaşıyor.
Son seçimlerde 1 il ve 37 ilçe belediye kazanan ve 800 civarında muhtarlık kazandı. Bu partiye oy verenlerin %95’i Türk-Müslüman kitlesidir. En barışçı silah olan oyumuzdan korkanlar, seçilmemizi istemeyenler, bin bir yasak icat ediyorlar. Burada Kıbrıs’ta ve Türkiye’de bulunan yaşayan soydaşlarımız çifte vatandaşlılar Bulgaristan’daki evlerinin vergisini, yol ve çöp vergilerini ödüyorlar ama yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakları yok. Evet burası Bulgaristan burası AB Ülkesi…
Avrupa Birliği Dünya medeniyeti dedikleri yer burası işte.
Her yıl Batı ülkelerinde çalışanlar Bulgaristan’daki yakınlarına 1 milyar 250 milyon Euro yardım gönderirken, çocukların okulsuz, yaşlıların eczane ve doktorsuz sağlık merkezlerinden yakınmalarına üzülüyor.
Halkın %48’inin okuduğunu anlamayan bir ülkede yaşamak zor!
2 milyon 700 kişinin katıldığı seçimde oyların 650bin 150’sinin oyları geçersiz olması acı bir gerçektir. Alıp yürüyen karamsarlık kör cahillik sonucudur.
Demokrasi, içki markası, şapka, Mercedes plaksı değiştirmek değildir.
Yolsuzluklara karşı ayaklanamayan bir halk devlet yönetemez.
Bulgaristan’da neler oluyor; 16 bankası soyulan bir ülkede dolandırıcılardan hiç biri tutuklanıp içeri atılmazsa adaletten söz edilemez. İnsan haklarına, fikir özgürlüğüne tahammül edemeyen ülkelerde adalet olmaz. Anadil yasaklanamaz! Hiç kimsenin böyle bir hakkı olamaz. Bunun ismi medeniyet bunun ismi Avrupa Birliği olsa ne yazar.
Türkleri, sadece Türk oldukları için 100 yıl göçe zorlayan, Pomak kardeşlerimizi Müslüman oldukları için 100 yıl zülüm eden, Millet-Çingeneleri memleketten kovmaktan zevk alan ve nüfus olarak yok oluşundan başkalarını suçlu tutan bir milletin devleti uzun ömürlü olamaz ve huzurlu ise hiç olamaz.
Bulgarlar 7-8 defa kırılınca MİLLET olma tavını kaçırdı.
Devlet- Millet diyorlar. Şu unutulmamalıdır. Fasulyenin sırığı ne kök salar, ne açar ne de sarar. Bulgarların yaşadığı bunalımın son simgesi işte o kuru sırıktır.
Hayat Türkleri, bizi yeniden göreve davet ediyor.
Osmanlı devrinde 500 yıl huzurlu yaşayanlar, yeniden güven ve huzur istiyorlar. Gerçeğin acı tarafı şudur.
Osmanlı bölgeden el çekince Bulgarlar 1 asırda 6 defa savaşa girdi, 4 askeri darbe ve 3 ayaklanma yaşadı ve Rus Çarı II. Aleksandır’dan sonra, bir defa Nazi Almanya’sı bir de Stalin Rusya’sının esaretine düştü.
Son 140 yılda Bulgaristan Türkleri ise hep katmerli esaret yaşadılar. Yeni bir seçim yapma, seçenek arama zamanı gelmiştir.
Her sabah Güneşin doğuşunu bekleyen Bulgaristan Türkleri Türkiye’ye, Büyük Türkiye’ye, Türk Dünyasının önderi, 82 milyonun lideri Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk-İslam Dünyasının ve dünyada tüm mazlumlar gibi Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a bakıyorlar ve her gün ona dua ediyorlar.
Bekleyenlerin umudu Büyük ve Güçlü Türkiye, Türk halkı ve Türk Dünyasının Birliğinden geçer işte bu birlik burada. Her birey kendi işimizi yaparken dünyada en iyisi olmak için yapacağız ve bunun sonucunda Türk Dünyası Birliği böyle oluşacaktır.
Evet herşeyden önce Güçlü ve Büyük Türkiyeyi birlikte oluşturmalıyız.
25 yıldan beri yürüdüğüm hayat yolumu özetledim. Konuya ilişkin 2 de eserim var. Bizi buraya toplayan TÜRK BİR Derneğinin başta Güven AKIN Başkanımız olmak üzere tüm emeği geçenleri tebrik ediyor, kutluyorum.
Teşekkür ederim. Başarılar dilerim. Sağlıcakla kalınız!
Rafet ULUTÜRK
Bulgaristan Türkleri
Kültür ve Hizmet Derneği
Genel Başkanı