BULGARİSTAN TÜRKLERİ ADINA BİREYSEL BİR ÖZGÜRLÜK SAVAŞI VEREN; AYDIN, ŞAİR, ÖĞRETMEN…
Nuri Turut Adalı 22.11.1922’ de Kırcali’nin Adaköy’ünde doğdu. İlk öğrenimini Kaşıkçılar köyünde, orta öğrenimini Hatiboğulları nahiyesinde okudu.Lise ayarında öğrenimini Medresettün-Nüyab ‘ta (Şumnu) tamamladı.Aynı okulun bünyesinde Nüvvab’in Ali Bölümünde üç yıl öğrenim yaptıktan sonra ( mezun olmaya bir yıl kala ) Kemalist düşüncelerinden dolayı okuldan atılır.
Tolplam beş yıl Gümülcine’de, Kırcali’de ve Çorbacılar köyünde öğretmenlik görevinde bulundu.
1945-46 dönemi Nüvvap öğretmenlerinden hacı Muharrem Hacı Ahmet Davutoğlu, gazeteci- yazar Dr Ahmet Kemal’ile birlikte o yılların korkunç Rositsa temerküz kampına gönderirlir. Tahliyesinden hemen sonra da (1950-1953) ‘Belene’ temerküz kampına hapsedilir . 27 Mayıs devriminden sonra, Musa Cebri adında bir şahıs (T.C. vatandaşı) tarafından ihbar edilip tutuklanır ve 15 yıla mahküm edilir.
Aktif asimilasyon kampanyası yıllarında (1982) defterine yazdığı şiirler bahane edilerek tekrar tutuklanır ve 3 yıl daha hüküm giyer.
Bu üç yılın sonunda, 7 Mart 1985’te tahliyesi yapılmayıp, göz hapsinde tutulur. Buna rağmen iki ay sonra (7 Mayıs 1985) tekrar tutuklanıp Belene temerküz kampına gönderilir. Üçaylık dayanaksız bir tutuklamadan sonra, göstermelik bir tahliye yapılıp, Vidin’in Skomple köyüne sürgün edilir.
Yıllar sonra baba ocağına döndüğünde bile, Nuri Turgut Adalı hala sakıncalı görülüp, sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa polise imza vermek isteniyor.
Polis dairelerindeki tutuklamar ve işkenceler hariç, cezaevleri ve temerküz kamplarında tam 23 yıl geçirdi. Her anı sevdiklerinin özlemiyle geçen 23 yıl yine de onu yıldıramadı.
Bu zorlu yıllarda şiirler yazarak yüreğindeki acıyı, hasreti hafifletmeye çalıştı.
10 Haziran 1989’da elinde iki bavulla anavatanı Türkiye’ye döndü. Daha sonraları burada umduğunu bulamadığını söyleyecekti. Türkiye’deki yozlaşma, ilgisizlik onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Burada imanın para olduğunu söylüyordu. Yıılar sonra doğup büyüdüğü toprakların hasretine dayanamayarak tekrar Bulgaristan’a döndü, kendisini kullanmak isteyen siyasi partilere yüz vermeyerek.
Nihayetinde 9 Ağustos 2004’te doğduğu evde hayata gözlerini yumdu.
ÖZGÜRLÜK UĞRUNA; KİŞİLİĞİNDEN, KARAKTERİNDEN VE TÜRKLÜĞÜNDEN ZERRE ÖDÜN VERMEDEN CEZAEVLERİ VE SÜRGÜNLERDE, İŞKENCE VE ISTRAPLA GEÇEN KEDERLİ BİR YAŞAM.
O türklük üğrüma yllarca zındanlarda,yilmadan müçadele yürüten değerli halk kahramanlarından biriydı …
Ruhun şad olsun NURİ Mekanin cennet olsun…
ŞİİRLERİ:
ZİNDANDA
(1969.Eski Zağra Cezaevi)
Pek nahoş çehreler çevremi sardı,
Söndü bak ışığım, ufkum karardı!
Kelebek gönlüm hiç yaşar mı gülsüz?
Zindanda geçer mi ömür bülbülsüz?
Münferit bir mezar biçimi oda,
Tad kalmadı aşda, ekmekte, suda.
Zehirli bir oktur o kem bakışlar-Nasıl geçer burda yazlar ve kışlar?
Bahar çiçekleri uçtu gözümden,
Anlayan yok gibi sanki sözümden!
Gömüldüm pek kara düşüncelere,
Alışmak gerektir işkencelere!..
Hele bir gün yurtta olacak sabah,
Benim de gönlümde dinecek bu ah!…
DELİ
(1988)
Dokunma diyorlar, suya sabuna.
Bakma etrafına, gir sen kabına.
Başkaları için ağlayan gözler,
Her yerde tüm hakkı savunan sözler,
Yıldırım kesilir üstüne döner.
Bu zulmette bakma olmaya fener!
fırtınalar kopar hep söndürürler,
Hakkı haykıranı her an döğerler.
Az mı dayak yedik bu yüzden gafil?
Bir ömür boyu hep sen kaldın cahil!
Aç gözünü artık yeter bu uyku,
Ara şu felekte sakin bir kuytu! Gizlice orada ör çorabını.
Yeter artık kapat şu HAK babını!
O yoldan gidenler hep harap oldu.
Yaz bile gelmeden gülleri soldu.
Nasibini al sen cennet dünyadan,
Yeter bahsetme şu bomboş hülyadan.
Hayaller, emeller hem çoktan öldü,
Senden evvel kabre onlar gömüldü!
Aldandın, aldattın sen etrafını, Kederle doldurdun her tarafını. Yakınlara miras kaldı kederler, Hakkı savunana “bir deli” derler
Ko deli kalayım değilim pişman, Bence delilerde kalmıştır iman…
Ne kadar istesem olamam VELİ,
Vahşi kalmaktan olayım deli…
KÖYÜM
Güllerin ve gülen yüzün bir yana
Kırlarda eşek dikenlerini özledim
Evladımın gülüşü, şen türküsü bir yana
ağlamasını da özledim
Bir kıyısından geçen çayı değişmem
Cennet ırmağı ile …
Gönlümün sesi mümkün olsa da gelse dile
Seni soruyorum güneyden esen her rüzgara ;
hasret kaldım tırmandığım yamaçlara..
Gümüş sularında yıkandığım dereler
hep öyle çağlayarak akar mı ?
Suların aynasında sevgilim ağlayarak
ay’a, yıldızlara bakar mı ?
O mehtaplı geceler gönlümün cennetiydi.
Baharın getirdiği çiçekler
o cennetin ziynetiydi..
Tatlı tatlı meleyen kuzular,gül yanaklı kızlar neşe saçar mı köyüm ?
Senin kucağındaydı gerdeğim, düğünüm! …
Doyamadım ne sevgilime, ne sana,
ömrüm geçti zindanlarda
Köyüme, sevgilime yana yana…
Ziyanı yok, ko ben menfalarda çürüyeyim
Yeter ki bir gün seni AZAD göreyim…
1966
Belene Ölüm Kampında Şair Bir Türk: Nuri Adalı
“Bulgaristan Türklerinden olan şair ve öğretmen Nuri Adalı, Belene’de 24 sene hapiste kaldı. Türkiye’ye göç etti. 2004’de vefat etti. Aşağıda merhum Nuri Adalı’nın Belene’de geçirdiği günlerden bir hatıra okuyacaksınız. ”
irkaç gece hücrede kapalı tutulduktan sonra konserve kutusu gibi kapalı bir otomobille yola çıkmıştık. Bütün gün gittikten sonra gecenin yarısında indiğimiz yerde kar diz boyuydu, ayazsa donduruyordu. İncecik ceketten soğuk iliklerimize işliyordu. Önce kelepçeleri aldılar. Bir alışkanlık, soğukta hemen ellerim cebime gitti. “Bıçak mı çıkaracaksın devletin polisine” diye sırtıma inen cop bir kez daha bana sokakta değil, ceza evinin girişinde olduğumu hatırlattı.
Hepimiz tel avlu boyunca bir sıra olduk ve beklemeye başladık. O an birinin “Ateş” emri vermesinden korkuyorduk. Böyle anlarda dakikalar saat, saatler de gün kadar uzun sürer. Beklediğimiz emir gelmedi. İçimizde küçücük ümit kıvılcımları canlandı.
Soğuktan yüzlerimiz morarmış, çenelerimiz tutmaz olmuştu. Kar üzerinde soyunmamızı emrettiler. Anadan doğma soyunduk, üzerimizde tek don kaldı. İçeride bir görevli tarafından bıçak, silah türünden bir şeyleri zula edip etmediğimizin anlaşılması için tek tek arandık gece yarısı, elbiselerinden mahkûm olduklarını anlayabildiğimiz gruplar bir yerlerden geliyordu. Hiçbir suçumuz olmasa bile, şu anda burada olmaktansa, onların yerinde olmayı tercih ederdim.
Giydikten sonra bizleri de ceza evindeki avluda bulunan iki katlı binaya aldılar ve bir yatak odası büyüklüğündeki koğuşa soktular. Ranzalardan birer yer seçip, uzandık. Koğuşlarda soba veya kalorifer türünden ısıtıcı bir şey yoktu. Kışın ayazında bu koğuş bir buzdolabından farksızdı. Uzun yolculuk ve uykusuz geçen geceden sonra bile kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Sırtı kavi olanlar, sabaha karşı biraz kestirdilerse de ben gözümü kırpmadım.
Kaçıncı haftanın gecesiydi hatırlamıyorum. Ama bura olmak felâket sıkıcıydı. Her yeni günü yeni ümitlerle bekliyorduk. Gazete yok, televizyon yok. Yeni gelenleri de bizim koğuşlara almıyorlar. Sadece arada bir sorgu memuruna kadar götürüp getiriyorlar. Sorulan sorular ise “Patlayıcı madde bulunduran birilerini biliyor musun? İsmini değiştirmeye geldikleri gün neden kaçtın? Bulgaristan Komünist Partisi (BKP)’nin uyanış harekâtını (Vızroditelen protses) tasdikliyor musun?” türündendi. Sonunda da “Görüyorsun, burada bu soğukları çekmek istemiyorsan, bize karşı direnme, gel bizimle ol ve buradaki çileden kendini kurtar. Her şey senin elinde.” Deniyordu. Bu konuşmalardan sonra evine gidenler de oldu…
Günler birer birer geçiyor, ama her gün bir yıl kadar uzun sürüyordu. Koğuştaki pencerede buzun kalınlığı ağzımızdan çıkan buhardan her gün bir kat daha kalınlaşıyordu. Ben otuz beş yıllık ömrümde böyle bir soğuk yaşamamıştım: ama kitaplarda bundan 100 yıl önce bu derece soğuk yaşandığı yazıyordu.
Bu soğuklarda vücut ısınmıyor, ısınmadan da uyunmuyordu. Kapıda anahtarın iki kez şıraklamasıyla gardiyanın kapıda görünmesi bir oldu. “Haydi ihtiyaç görmeye” emrini verdi.
Bizleri birer birer tuvalete çıkarıyor. Bir başka gardiyan da kapısız tuvaletin önünde tutuyor ve “Daha çabuk, acele et!” türünden emirler yağdırıyor. Tecrit koğuşlarında su bir yana, gazete parçası bulmak da mümkün değildi. Havlu, sabun, diş fırçasının burada sadece adı vardı. Uzayan sakalımızla tam bir esiri andırıyorduk.
Bunca zamandır kapalı bulunduğumuz bu mekânın neresi olduğunu hâlâ bir bilen yoktu. Bu şartlarda, burada kalmaya ne kadar dayanabilirdik? Suç işlemediğimiz için biraz müsterihtik. Burada uzun süre kalmayacağımızı düşünüyorduk. Bulgaristan’da Türkler’in isimlerinin değişmesi sona erince, evimize gideriz düşüncesindeydik.
Bir gün duvardan açılan küçük bir delikten bir başka mahkûm burasının belene olduğunu söyleyince, yüzümün sapsarı kesildiğini gören arkadaşlar da şaşırdılar. Ne olduğunu gizlemenin mânâsı yoktu. Buranın “Ölüm Adası Belene” olduğunu söyleyince, koğuş ıssız bir mezarı andırmıştı. Herkes yerinde donmuş, dilini yutmuşçasına birbirine bakakalmıştı.
Ranzaya sırt üstü uzanıp, ellerimi başımın altına aldım. Anlatılanları unutmaya çalışırken, yine bitmek tükenmek bilmeyen geceden korkuyordum. Her birimizin gözleri tavanda, kapının her an şıraklamasıyla sonumuzun geleceği korkusuyla yaşarken, koğuş arkadaşlarımın “Olmaz kardeşim olmaz. İki milyon Müslüman Türk dünyanın gözü önünde öyle eritilip, yok edilemez. Bu mantığa sığacak bir olay değildir. Bir de bizim Anavatanımız-Türkiye- buna nasıl izin verir?” yorumları biraz da olsa benim gibilerini cesaretlendiriyordu.
Bir pazar günüydü. Sabah erken saatlerde dışarıdaki hoparlörden buradaki cinaî mahkûmlar dört ismiyle anons edilip görüşmeye çağrılıyordu. Hâlen isimlerin bir çoğu Türk’tü. Demek ki, bugüne kadar buradaki tutuklu cinaî Türk mahkûmların isimleri hâlâ değişmemişti. Acaba Bulgaristan’ın Türk bölgelerinde neler oldu? İsim değiştirme sona ermiş miydi? Bir de dışarıdan yeni bir havadis alabilseydik. Bunu o an çok arzuluyorduk.
Tuna Nehri üzerindeki en büyük adanın Belene olduğunu biliyordum, ama yıllar önce burada bu kadar insanın ölümle cezalandırıldığını hiçbir yerde duymamıştım ve okumamıştım. Yatağımda oturduğum yerden seslendim:
“Aranızda eskiden hapis yatanlar var. Bu ülkede buna benzer çok hapishane var mıdır?”
Aralarında biri gülümseyerek ve alaycı bir ifadeyle cevap verdi:
“Senin on altı yıl okuduğun kitaplarda böyle bir bilgi yok muydu? Dedi ve yine kendi cevapladı:
“Komünizm ideal bir sosyal ve ekonomik sistemdir diye okutulan kitaplarda her şey toz pembe gösterilse de gerçekler hiç de öyle değildir. Hak, hukuk, eşitlik sadece kitaplarda yazılı olarak vardır. Sen neden buradasın? Kendini Bulgar değil, Türk asıllı olarak gördüğün için ve bu ülkede yaşadıkça, Türk ismiyle kalmak istediğin için bu hücrelerde bu cefayı çekiyorsun.
Bak, hoparlördeki isimlerin arasında ne kadar çok Türk var. Oysa kitaplarda Bulgaristan’da Türkler azınlık, ceza evlerine bakılınca çoğunluk. Biz Türkler çok mu namussuz ve ahlaksızız?
Biz Eski Zağra Ceza Evi’nde yatarken bunun hesabını yaptık ve 8 milyon nüfusu olan Bulgaristan’da 50 bin civarında mahkûm olduğu ortaya çıktı. Hattâ bu ceza evlerinde nice soydaşımız canını verdi. Kırcali’nin Adaköyü’nden Nuri Turgut ağabeyimiz ise siyasi ceza evlerinde 20 yılını geçirmekte.” Deyince, şaşırdım kaldım. Bizim birkaç hafta anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmişti, bu adam bunca yıl nasıl dayanmıştı?…
Merhum Nuri Turgut Adalının hapiste yazdığı şiirlerden biri aşağıdadır:
Menfada Mutlu
Öldürenler gafil, ölenler haklı
Düşünen kafalar zindanda saklı
Ne feryat duyan var ne de dinleyen
Birkaç değil artık, binler inleyen
Yardımcı olmazsa bizlere Hüda
Kalır mı feryattan bir aksiseda?
Aleve benzeyen bir hevesimle
Kaderim yok olmak kendi sesimle!…
Mutlak Bulgar bir gün eğecek boyun
Sanmasın bizleri uysal bir koyun…
Rumeli’de sabah olacak elbet
Kahraman kesilir bu mazlum millet
Hürriyet uğruna her şey yapacak
Marks’a değil ancak Hakk’a tapacak
Karanlığı bir gün yurttan kovacak
Türklüğün güneşi mutlak doğacak…
Bu inançla ruhum menfada mutlu
Türk evlâdı yaşar her an umutlu…
Yıllarca Bulgaristan Türkleri için büyük fedakarlklar ve hasretler çekerek mücadele etmiş ama pek cok kimsenin tanımadığı bu yapıca küçük ama yüreği koskocaman adamı anmalıyız, yaptıklarını anlatmalıyız…