1989 Mayıs ayaklanmasıyla doğan, vatan bilincimizi paramparça eden, en büyük ve etkileyici sonuç budur. Direnişçilerin söylediği türküler o günlerde değişti. “Tuna Nehri Akmam Diyor, Duvarımı Yıkmam Diyor” ile “Dağ Başını Duman Almış” ağızdan düşmez oldu. Mücadele ateşi içinde Bulgaristan VATANIMIZDIR inancımız, “BURASI SADECE BİR İKAMETMİŞ” duygusuyla değişti.
**ANAVATANA ÖZLEM**
Hak aramaya başlayan halkın dip dalgasının hareketlenmesi, örgütlenmenin gerekliliği noktasına yükseldi. Mayıs ayaklanması kendiliğinden bir hareketlenme değildi. “Açlık grevlerine başlayanlar” ve “Deliorman’da İlk Olarak Eyleme Geçenler Ajandır” gibi saçmalıklar düzmece ve uydurmaydı. Polis ayaklanmanın başlayacağını öğrenmiş ve kendi lehine çevirmeye çalışıyordu. Ne var ki, direnenlerin selini durdurabilecek durumda olmadığından ayaklanma alevleniyordu. Polisler, askerler, siviller, jandarmalar karşılarında totaliter rejimi, baskı ve terör düzenini kökten değiştirmeyi amaçlayan ve bu yönde kesin ve kararlı bir birikimle yüklü büyük bir kitle gördüğünde korktu. Ayaklanan Türkler, davanın uzun süreceğini, uzun soluklu olmayı gerektirdiğini biliyordu. İlk hamlede hedefe ulaşmakla iş bitmeyecekti.
Senelerce sana hasret taşıyan
Bir gönülle kollarına atılsam.
Ben bir gün kucağında yaşayan
Bahtiyarlar arasına katılsam, öpsem.
Ben de bir gün kucağına ulaşsam
Gözlerimden döksem sevinç göz yaşını
Bayrağımın gölgesinde dolaşsam
Öpsem toprağını, taşını.
Stratejik amaçlarında, 1950 yılları başında elde ettikleri özgün eğitim ve kültür haklarını yeniden elde edene kadar sürecek bir kararlı hareketlenme güç topluyordu.
30 Mayıs 2014’te, 25 yıl sonra, ayaklanan Türklerin politik partisi hükümet ortaklığını o gün yapılan “gensoruda” yeniden pekiştirdi. Fakat haklarımızı genişletme, yitirdiklerimizi elde etme konusunda pek bir şey söyleyemedi. Siyasilerimiz kokulu bir iğrençlik içinde bulunuyor ve halkımıza öncülük etmiyor. O zaman Genel Başkan L. Mestan’ın “yeni bir şey istemiyoruz” sözleri buna kanıttır.
O zaman ayaklanan, fakat haklarını elde edemeyenler, ayaklanmanın bir şiddet olduğunu biliyordu. Kurban vereceklerinin bilincindeydiler. Nitekim 40 Türk yiğit can verdi. Bir anda Kürşat geldi aklıma, “Koskoca Çin ordusuna kök söktürmüş”. Yaralıları Bulgar hastaneleri bile almadı. İşte bu noktada Bulgaristan Türkleri ve tüm Müslümanlar bir insan, bir komşu ve bir dost olarak Bulgarlardan kat kat ileriydi. Çünkü 1989 Ayaklanması bir anti-Bulgar ayaklanması değildi.
O, anti-totaliter bir başkaldırıydı. Ayaklanmanın niteliğinde bir halkın başka bir halka düşmanlığı yoktu. O yüzden “Bulgaristan Bulgarların, Türkler Türkiye’ye” saçmalığı ırkçılık ve faşizm kokuyordu.
Ayaklanmanın temelinde baskı ve terör politikasını reddetmek vardı. Zulmün devlet politikası haline getirilerek azınlıkları ezen totaliter rejimi yıkarak değiştirmek vardı. Bu bakıma, Mayıs 1989 Ayaklanması bir demokratik devrim niteliğindeydi. XX. yüzyıl Bulgaristan tarihinde en hümanist insan hakları için isyandı. Bulgar demokratik toplumunu ardından sürükleyebilen bir kalkışmaydı.
Mayıs 1989 Ayaklanmasında Bulgaristan Türk azınlığı, demokratik dönüşümle yenilenme davasına yürekten bağlandı. Ayaklananlar asla horlanması gerekmeyenlerdi. Ezilen Türkler ve diğer azınlıklardı. Onlar Bulgaristan halkının en kutsal parçasıydı. Gayrı safi milli hasılanın daha büyük kısmını üretenlerdi. Ülkenin döviz getiren dış ekonomi onların alın terine dayanıyordu. O cesur insanlar, mücadele yolunda birbirine kopmaz biçimde bağlandı ve sel halinde akıtmanın yolunu açtı. Nesnel ortam, ayaklanma koşullarının olgunlaştığını gösterirken, ülke baştan başa direniş azmi kokuyordu.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde, Mayıs’ta yükselen ayaklanma dalgası 10 Kasım 1989’a kadar tırmandı. Aylar ardı ardına mücadelelerle dolu geçti. Türklerin davasını Bulgar demokratik toplum örgütleri kucakladı. Uyutulanlar uyandı ve yüreklendi. 1989 Mayıs Ayaklanması, kıvamını bulmuş düşüncelerle yönlendi.
1970 – 1980’lerde halkın en cesur evlatlarını yargılamadan mahkûm eden savcı ve yargıçlar, aşağılık bir katildi. Küflü cezaevi kapıları birer birer açılıyordu. Önemle belirtilmesi gereken özelliklerinden biri ise, halkımızın bir defa baskı, terör ve zulüm rejimine karşı politik olarak ve aynı zamanda isimler, mezar taşları, ezan sesi, Türkçe kitap, gazete, dergi, radyo ve televizyon, tiyatro, özenci sanat, geleneksel ve modern özünde ve biçiminde özgün kültür hakkı için kesin kararlı başkaldırıyı kucaklamasıydı.
Ayaklanma özündeki ateş, hareketlenmenin doğrudan üst yapıyı, iktidarı, kuş uçurtmayan BKP’yi ve “DC” Bulgar istihbaratını hedef aldığını gösterdi. Başka bir deyişle, Bulgaristan Türkleri ve ülkede yaşayan tüm Müslümanlar, benliklerini ve kimliklerini yaşatmaya özgürlük ararken ulusal bir mücadele saflarında buluşmuşlardı. Bu, 100 yıl süren karanlığı yararak aydınlık arayan bir halk topluluğunun bayramıydı.
Totaliter baskıya karşı çıkışta hürriyetlerini arayanların kudret kaynakları doğdu. Demokratik dünya onlardan yana çıktı. Türkiye arkalarında durdu. Aslında kendi haklarını ve özgürlüklerini arayan Türkler, Bulgarların hakları ve özgürlükleri uğruna da savaşıyordu. O çatışmalı günlerde özgürlük davasının ortak olduğunu o zamanları anlayanlar belki çok azdı. Fakat bugün herkes, Todor Jivkov’un totaliter rejimini Bulgaristan Türklerinin devirdiğini kabul etmek zorunda kaldı.
Ayaklanma elbette ki halk kitlelerinin ortak eseri oldu. Bulgar demokratik kamuoyunda ve azınlık kitlelerinin tümünden öncüler, yol gösterenler belirdi. Aydınlar, öğretmenler, örgütleyiciler, atılgan yiğitler… Onlarsız hareket başarıya ulaşamazdı. Totaliter rejimin gizli polisi ise, ayaklanmayı bastırmaya, liderlerini yurt dışına kovmaya çalışırken, sahte “liderler” besliyor ve onların kuracağı tuzaklarla Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını “ezme ve uyutma” politikasına devam etmek planları yapıyordu.
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin Mayıs 1989 Ayaklanması önümüze belki XX. yüzyılın ikinci yarısının eşsiz vahşet portrelerini koydu. Bebeler anne kucağında kurşunlandı; hamile gelinler can verdi, tank zincirlerinin altında ezilenler oldu; köy yolları, şehir meydanları kana boyandı…
Mitinglerde bayrak taşıyan yoktu. Hak ve özgürlük bayrakları, yüreklerindeki kanla boyandı. Tükenip yıkılanlar oldu, ama geri dönen ve teslim olan olmadı…
Halk davasına baş koymuş, varlığımızı dünyaya duyuran, çağımızın seherindeki yıldızların gökleri delen abidesini hala dikemedik. Oysa düşman, onların dinmeyen sesi karşısında bugün de ürperiyor ve ürperecektir.
O günlerden bugüne çeyrek asır geçti. Dava bitmedi. Yeni yetişen kuşaklar, Bulgar demokrasisinin azınlık dillerindeki renkleri göremedi. Modern uygarlığın azınlık farklılıklarından oluşan yeni bir demet olduğunu, ne yazık ki henüz anlayamadı. Vekiller Sofya parlamentosunda bütün gün otursalar da, demokratik toplumda çoğunluğun azınlık haklarını belirleme hakkı olmadığını algılayamadılar.
1989’da ayaklananlar aydınlanmaya inananlardı. Devrimlerin kutsal sloganı olan özgürlüğü, eşitlik ve kardeşliği candan benimsemişlerdi. Demokratikleşmeye inananlar halkın içinden, arasından gelmişlerdi.
Biz bugün her zamankinden daha büyük bir azimle, Mayıs 1989’da ayaklanan kahramanlarımızı yaşatmalıyız. Onları tanımamız, tanıtmamız, onların aziz davasını tarihimize işlememiz, ders kitaplarımıza, değerlemelerimize almamız, kendi edebiyatımızda nakışlarla süslememiz gerekiyor. Tarihini bilmeyen bir halk, yarınlarını göremez, gösteremez. Şanlı tarihimizin her sayfasını şerefle yaşatmalıyız.
Bugün bu tarihi bizler yapmaktayız, bizden sonra gelenler de bunu yazacaklar. Artık geçmişi suçlamaktansa, bugün bizler arkamızda neler bıraktığımızı görmeliyiz. Bulgaristan Türklerini tanımak, yiğitlerimizi tanımaya bağlıdır. Eminim, ayaklanan yiğitlerimizi tanırken kendimizi daha iyi tanıyacağız.
“Bulgaristan Bulgarlarındır, Türkler Türkiye’ye” saçmalığını tuzla buz ederken 500 binimiz vatansız kaldık, vatanı terk etmek zorunda bırakıldılar bunu unutmayalım! Ve unutturmamalıyız…
Saygılarımızla,