Berke ALP FİDAN’ın Konuşması
Sayın Başkan,
Değerli Akademisyenler, Sivil Toplum Kuruluşlarının Kıymetli Temsilcileri, Kıymetli Fikir ve Sanat İnsanları,
Aziz İstanbullular,
İstanbul… Yalnızca bir şehir değil; bir hafıza, bir medeniyetin kalbi, Balkanlarla Anadolu’nun, geçmişle bugünün kavşağıdır. Bizim hikâyemiz, bu şehrin taşlarına, bu toprağın ruhuna kazınmıştır.
“Bir Türk’ün gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkandır.” diyen büyük şair Yahya Kemal, bu sözüyle 20. yüzyılın ortasında aslında bin yıllık millî yönelişimizi, medeniyet damarımızı ifade ediyordu.
Çünkü Tuna, yalnızca bir nehir; Balkanlar yalnızca bir coğrafya değildir.
Onlar, milletimizin hafızasında yaşayan birer tarih sayfasıdır.
Ben de bugün, o tarihin içinden gelen bir ses olarak huzurlarınızdayım…
Bu kürsüden konuşan yalnızca bir insan değil;
bir hafıza, bir uyanış çağrısıdır.
Tunanın coşkun akışından, Dobruca’nın bereketli ovalarından, Deliorman’ın yiğitlerinden geçerek; Plevne’de Osman Paşa’nın düştüğü yerden yeniden ayağa kalkarak, eski Zara Müftümüzün hatıralarını gözyaşlarımı silerek geldim. Tunca ve Meriç’in sularına karışan Rodopların yankısından, Kırcaali’nin kalbinden sizlere evladı fatihanların selamını getirdim.
Balkanlardan esen sert rüzgârların önünde, asırlardır siper olan bir milletin evladı olarak buradayım.
Bugün bu kürsüden yükselen ses, yalnızca bir topluluğun değil; adaletin, insan onurunun ve hukukun sesidir. Bu ses, Balkanlardan Türkiye’ye uzanan, tarihin derinliklerinden gelen bir çığlığın sesidir.
Balkanlardan esen rüzgâr, yalnızca geçmişin hikâyesini değil, bugünün sorumluluğunu da fısıldıyor.
Çünkü Balkanlar, sadece bir tarih değil, geleceğimizin de parçasıdır.
Orada kimliğini, dilini, kültürünü yaşatan her soydaşımız, bizim tarihimizin yaşayan bir sayfasıdır.
Bugün bu kürsüden yükselen ses bir şikâyetin değil; adalet arayışının, insan onurunun ve eşitlik talebinin sesidir.
Bu ses, sınırların ötesinden gelen bir fısıltı değil; ortak bir tarih bilincinin gür yankısıdır.
İstanbul… Bizim için yalnızca bir şehir değil; ana vatanın kalbi, ümidin kapısı, Rumeli-Balkanlar’dan gelen her göçün, her acının manevi limanıdır.
Burada konuşmak, bir hakikati haykırmaktır:
Biz Balkanlardan kopmadık,kopamayız,kopmayacağız.
Çünkü Balkanlar,
bizim tarihimizin omurgasıdır.
Ve bu çağrı… Balkanlar’ı unutmak için değil, yeniden hatırlamak, sahip olduğumuz mirasa yeniden sahip çıkmak içindir.
Bulgaristan’ın AB Süreci:
Hukukun Vaadi ve Türk Partisi Liderliğinin İhaneti
2004 yılında NATO’ya, 2007’de Avrupa Birliği’ne katılan Bulgaristan, kâğıt üzerinde bir demokrasi zaferi olarak dünya kamuoyuna sunuldu. Komünist rejimin karanlık yıllarından sonra artık Avrupa hukukunun koruyucu kalkanının altındaydık. Fakat en büyük yara, tam da bu kalkanın kurulduğu gün açıldı.
Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde, sözde Türk Partisi HÖH liderliğinin attığı o kritik imza, uluslararası topluma “Bulgaristan Türklerinin bir sorunu yoktur” mesajını verdi. Bu imza, yalnızca bir cümle değildi.
Bu, 1970’lerden 1984’e kadar süren zorla isim değiştirme politikalarını, vakıf mallarının gaspını, anadilde eğitimin yasaklanmasını,Türk medyası, Belene toplama kampı mağdurlarının ve şehitlerimizin hatırasını bir kalemde silip atan tarihî bir ihanetti.
Bu, sadece bir politik hata değil; bir halkın kimliğini pazarlık masasına koyan, geleceğini ipotek altına alan bir liderlik zafiyetidir.
Söz konusu dönemin partisi, Bulgaristan Türklerini uluslararası platformlarda temsil etmek yerine, halkını susturmayı ve geçmişi örtbas etmeyi tercih etti.
Üstelik bu ihanetin ardında yalnızca siyasi gaflet değil, bilinçli bir operasyonel akıl vardı. O dönemin liderinin, Bulgar istihbaratı tarafından özel olarak yetiştirildiğine dair belgeler, yıllar boyunca basında defalarca yer aldı.
Tarihin bu sayfası, sadece bir dönemin hatası değil; bir milletin iradesinin nasıl gasp edildiğinin, bir davanın nasıl yalnız bırakıldığının acı bir örneğidir. Biz bugün burada, bu ihaneti unutmamak, unutturmamak ve adaletin sesi olmak için konuşuyoruz.
Bugün Bulgaristan’da 50 Bin Euro Gerçeği: Modern Asimilasyonun Yeni Yüzü
Bugün Bulgaristan devleti, ülke dışında yaşayan vatandaşlarını geri getirmek amacıyla 50 bin euro tutarında bir teşvik programı uygulamaktadır.
Kâğıt üzerinde bu bir “vatandaş geri dönüş desteği” gibi sunulmaktadır.
Ancak gerçekte bu destek, yalnızca Bulgar isimli ve Bulgar etnik kökenli kişilere verilmektedir.
Yani bu program, tüm Bulgaristan vatandaşlarına değil; etnik olarak “Bulgar soylu” olanlara yöneliktir. Aynı pasaporta, aynı vatandaşlık statüsüne sahip olan Türk isimli Bulgaristan vatandaşları bu teşvikten sistematik biçimde dışlanmaktadır.
Bu uygulama, devlet eliyle yürütülen açık bir ayrımcılıktır.
Ve bu ayrımcılık, yalnızca bir ekonomik eşitsizlik değil; modern asimilasyon politikalarının yeni yüzüdür.
Bu tutum;
- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. Maddesine,
- Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 21. Maddesine,
- Eşitlik ve Ayrımcılık Yasağı ilkesine açık bir şekilde aykırıdır.
Ne var ki Bulgaristan’da yıllardır uygulanan hukuk anlayışı, çifte standartlarla doludur. Aynı anayasa, farklı şehirlerde farklı şekilde uygulanabilmektedir. Kırcaali’de suç sayılan bir eylem, komunist dönemde de başka bir şehirde suç bile sayılmayabilmektedir.
Bu, etnik kimliğe dayalı ayrımcılığın kurumsallaşmış halidir.
1972 ve 1984’te adlarımızı zorla değiştiren zihniyet, bugün karşımıza ekonomik yaptırım kılığına bürünmüş bir biçimde çıkmaktadır. “Sözde Türk Partisi” olarak kendini tanımlayan yapılar ise bu politikaya sessiz kalmış, hatta dolaylı yoldan bu sürece imza atmıştır.
“Ya Bulgar ismini taşı, ya da kendi topraklarına dönme hakkın yok.”
İşte bugün Bulgaristan Türklerine verilen mesaj budur. Bu, yalnızca açık bir etnik ayrımcılık değil, aynı zamanda sessiz ve sistematik bir kimlik baskısıdır. Daha da vahimi; Bulgaristan’daki hiçbir siyasi parti, bu uygulamaya karşı açık bir duruş sergileyememektedir. İşte asıl sorun burada başlamaktadır:
Sessiz kalınan ayrımcılık, meşruiyet kazanır.
Bu tablo, Avrupa Birliği’nin kalbinde, demokrasi ve eşitlik iddialarının tam ortasında yaşanmaktadır. Ancak AB kurumları, şimdiye kadar Bulgaristan Türkleri lehine tek bir bağlayıcı karar dahi almamıştır. Bu da gösteriyor ki bizim suçumuz yalnızca bir kimlikten ibarettir:
“Suçumuz Türk olmak.”
Avrupa’nın Sessizliği: İki Yüzlü Adalet
Avrupa Birliği, her fırsatta insan hakları, demokrasi ve eşitlik ilkelerini yüksek sesle savunduğunu ilan ediyor. Fakat söz konusu Bulgaristan Türkleri olduğunda, Brüksel de, Strasbourg da birdenbire derin bir sessizliğe gömülüyor. Eğer bu tür bir ayrımcılık, AB üyesi başka bir ülkede veya farklı bir topluluğa karşı yaşansaydı; Avrupa kurumları çoktan harekete geçmiş, kınama kararları yağmış, yaptırımlar gündeme gelmiş olurdu. Ama konu biz olunca, adalet bir anda sağırlaşıyor, hukuk sessizliğe gömülüyor.
Bu çifte standart, yalnızca bir sessizlik değil; fiili bir onaydır.
Bulgaristan hükümeti bu suskunluğu, “yaptıklarımız görülmüyor, görülse de kimse karışmıyor” mesajı olarak okuyor. Ve işte tam da bu nedenle, ayrımcılık kökleşiyor, adalet zayıflıyor, umutsuzluk büyüyor.
Ancak biz, bu sessizliğe boyun eğmeyeceğiz.
Biz, susarak değil; konuşarak, yazarak, dava açarak mücadele edeceğiz. Ulusal ve uluslararası hukuk yollarını kullanarak, bu iki yüzlü adaletin ayna karşısına dikileceğiz.
Çünkü unutmayalım: Sessizlik, zulmün en güçlü silahıdır. Ve biz, bu silaha susarak değil, adalet talep ederek karşı duracağız.
Kimliğimizi Silen Politikalar
Bulgaristan’daki ayrımcılık ne tesadüftür ne de yeni bir durumdur. Bu politika, on yıllardır sistemli biçimde sürdürülmektedir.
- 1970’lerde başlayan baskı süreci, 1984’te doruğa ulaşarak tüm Türklerin isimlerinin zorla değiştirilmesiyle büyük bir kırılma noktası yaşadı.
- Vakıf mallarımız iade edilmedi; tarihî ve kültürel miraslarımız sessizce gasp edildi.
- Anadilde eğitim hakkı tanınmadı; çocuklarımız kendi dilinde öğrenme hakkından mahrum bırakıldı.
- Belene toplama kampı mağdurları için hiçbir adalet sağlanmadı.
- Gençler, göçe mecbur bırakıldı; köklerinden koparıldı.
- Türkçe medya susturuldu, sesimiz kısılmaya çalışıldı.
- Mezarlıklarımız sahipsiz, vakıf eserlerimiz bakımsız, kültürel mirasımız korunmasız bırakıldı.
Ve bugün, tüm bu tarihsel baskının üzerine yeni bir sayfa daha ekleniyor:
“Sana teşvik yok, çünkü adın Türk.”
Bu cümle, yalnızca bir ekonomik dışlama değildir. Bu, bir halkın kimliğini yavaş yavaş silmeye yönelik planlı bir politikanın güncel yüzüdür.
Bulgaristan kurulduğu günden bu yana asimilasyonu kimi zaman açık, kimi zaman gizli yöntemlerle sürdürmüştür. İsim değiştirmeler, eğitim hakkının gaspı, mülkiyetin yok sayılması ve kültürel mirasın yok edilmesi hep aynı zincirin halkalarıdır.
Bu, bir dönemin değil, bir zihniyetin ürünüdür. Ve biz bu zihniyeti artık yalnızca tarihe not düşmek için değil, değiştirmek için konuşuyoruz.
Türkiye’de Sessiz Kalan Vicdanlara Çağrı
2011 yılında Bulgaristan’da ilk kez bir Türk Cumhurbaşkanı adayı seçimlere katıldı. Bu, tarihî bir fırsat, bir dönüm noktası olabilirdi.
Ancak ne yazık ki yaşananlar bir utanç sayfası olarak hafızalara kazındı.
O dönem Bulgaristan’daki sözde Türk partisi HÖH, halka açık şekilde Komünistlerin partisi olan BSP’ye oy verilmesi yönünde propaganda yaptı.
Daha da acısı; Türkiye’deki birçok STK ve dernek de BSP’nin komünist adayına destek kampanyası yürüttü.
Evet, inanması güç ama bu ülkede bu yaşandı. Dün bizlerin isimlerini zorla değiştiren, Belene toplama kampına gönderen, döven, söven, baskılayan o zihniyete Türk dernekleri oy topladı.
Bir zamanlar Jivkov rejimine karşı mitingler düzenleyen aynı dernekler, o gün kapı kapı gezip Jivkov’un partisinin adayına oy istediler.
Ve utanmadılar…
Tarihî bir fırsat heba edildi; Türkiye’den en az oy geldi.
Ve bu ihanete karşı ne bir büyük kalem, ne bir fikir adamı, ne de “milliyetçiyim” diyen bir kurum tek satır yazı yazmadı.
O gün, dost bildiklerimizin sessizliği, düşmanın saldırısından daha acıydı.
Bunun nedeni açıktır:
Bazı STK’lar, dernekler ve kendini “milliyetçi” olarak tanımlayan kesimler, komünist geçmişiyle Türkleri ezen BSP’ye destek verdiler.
Evet, o parti…
Bizi hapseden, kimliğimizi silen, asimilasyonun mimarı olan parti.
Ve ne yazık ki aydın kesimin büyük bir bölümü de bu ihanetin sessiz tanıkları oldu.
Bu yaşananlar, tarihe kara bir sayfa olarak kazındı. Ve biz o gün bir gerçeği bir kez daha gördük:
Asıl tehlike bazen karşımızda değil, yanımızda sessizce duranlardandır.
Peki nerede bu ülkenin milliyetçileri?
Nerede fikir adamları, yazarlar, entelektüeller?
Nerede bu davaya kalemiyle, sözüyle, vicdanıyla sahip çıkacak insanlar?
O gün, tek bir kalem oynatılmadı, tek bir ses yükselmedi.
Oysa sessizlik, ihanetten daha derin bir yaradır. Çünkü sessizlik, zulmün en sessiz ama en güçlü ortağıdır.
Bugün bu sessizliğe karşı yüksek sesle konuşmanın, gerçeği dile getirmenin zamanıdır.
Çünkü bir milletin çöküşü, düşmanının gücüyle değil, dostunun sessizliğiyle başlar.
Bulgaristan Türk Siyasetinde Tehlikeli Oyun
Evet, bugün Bulgaristan’da sözde Türk partisinin başına Bulgar Delyan Peevski geçti. Ve ne yazık ki bu büyük gelişmeye karşı ne Türkiye’de ne de Bulgaristan’da buna karşı hiç kimseden ses çıkmadı.
Yerelde belediye başkanlarının neredeyse tamamı onun safına geçti. Milletvekilleri de aynı yönde pozisyon aldı. Hain Ahmet Doğan’ın yanında ise sadece bir avuç milletvekili kaldı; onlar da ne yapacaklarını bilmez bir hâlde savruluyorlar.
Bugün atılan bu adım, aslında Bulgaristan Türklüğüne karşı çok ciddi bir hamledir. Bu hamleyle, Türklerin siyasal temsil gücü zayıflatılmakta; partimiz ve halkımızın sesi adım adım tasfiye edilmektedir.
Ortada iki isim var:
- Bir tarafta yıllardır bu yapının başında duran Ahmet Doğan,
- Diğer tarafta ise Bulgar siyasetinin derin figürlerinden Delyan Peevski.
Bu tablo, tesadüf değildir. Bu, Türklerin partisini bitirmek, temsil gücünü ortadan kaldırmak için planlanmış bir siyasi oyundur. Ne yazık ki bunu gören, yüksek sesle dile getiren çok az insan var.
Türkiye’deki dernekler de bu süreçte ikiye bölünmüş durumda:
Bir kısmı Ahmet Doğan’ın yanında, diğer kısmı Peevski’nin safında.
Ve bu ayrım öylesine net çizilmiş ki, ortada hain ve Bulgar olarak iki seçenek bırakılmış.
Oysa bu seçeneklerin hiçbiri Türk toplumunun geleceği değildir.
Bütün bu gelişmeler, Türklere karşı kurulan iyi planlanmış bir tuzağın parçasıdır. Sessizlik bu tuzağı büyütüyor, dağınıklık ise bizi zayıflatıyor. Şimdi her zamankinden daha fazla uyanık, birlik içinde ve kararlı olmak zorundayız.
Türk Siyasetinin Tasfiyesi
Son günlerde sözde Türk partisinin başına Bulgar Delyan Peevski’nin geçmesiyle yeni bir dönem başladı. Yerel yöneticiler, belediye başkanları, milletvekilleri birer birer bu yeni merkezin etrafında toplanıyor. Ahmet Doğan’ın etrafında ise yalnızca birkaç kişi kalmış durumda.
Ortada iki taraf var gibi görünüyor: biri eski düzenin sahibi, diğeri Bulgar siyasetinin ağır aktörü. Oysa bu, Türk siyasetini güçlendirmek için değil, etkisizleştirmek için kurgulanmış bir oyundur.
Daha acı olan ise bu senaryonun bir kısmının bizim sessizliğimizle mümkün hale gelmiş olmasıdır.
Birlik Olmadan Olmaz Bu tabloyu değiştirecek olan ne Avrupa’dır ne de dış güçler. Değişimin anahtarı Türk toplumunun kendi elindedir.
Partilerin, kişilerin değil; ilke ve değerlerin etrafında birleşmek zorundayız. Yerelde adaylar yetiştirmek, halkın içinden çıkan yeni bir nesille temsiliyeti yeniden inşa etmek zorundayız. 1990’ların birlik ruhunu yeniden hatırlamak, siyasi oyunun figüranı değil öznesi olmak zorundayız.
Bu bir tercih değil, varlık meselesidir. Sessizlik artık lüks değil, bir bedeldir. O bedeli ödemek istemiyorsak, şimdi konuşmalı, yazmalı, harekete geçmeliyiz.
Modern Asimilasyonun Yeni Yüzü
Bugün Bulgaristan devleti, yurtdışında yaşayan vatandaşlarını ülkeye geri çekmek için 50 bin Euro teşvik dağıtıyor. Ancak bu teşvik, yalnızca “Bulgar isimli” vatandaşlara veriliyor. Aynı pasaporta sahip Türkler bu haktan yararlanamıyor. Yani devlet, etnik kimliğe göre para dağıtarak ayrımcılığı resmîleştiriyor.
Avrupa Birliği’nin değerler manzumesi ortada: İnsan hakları, eşitlik, demokrasi… Ama iş Bulgaristan Türklerine gelince Brüksel de Strasbourg da sessiz. Bu sessizlik, Bulgaristan hükümeti tarafından fiili onay olarak okunuyor.
Tarihe Not Düşmek: Sessizlik Değil, Direniş
Bugün Bulgaristan devleti bir insana yalnızca adı “Türk” olduğu için 50 bin avroyu layık görmüyor. Bu bir ekonomik eksiltme değildir; bu, kimliğe, onura ve tarihe yapılan doğrudan bir saldırıdır.
Bunu kabul etmiyoruz.
Bunu kabul etmemek, susmak ya da beklemek değildir — bu, eylem ve sorumluluk gerektirir.
Biz susmayacağız.
Biz beklemeyeceğiz.
Kendi kaderimizi, başkalarının takdirine bırakarak değil; kendi aklımızla, kararlılığımızla ve onurumuzla yazacağız.
Bunu nasıl yapacağız? Somut, kararlı ve eş zamanlı adımlarla:
- Hukuki mücadeleyi sürdüreceğiz; ulusal ve uluslararası hukuk yollarını sonuna kadar kullanacağız.
- Uluslararası platformlarda sesimizi yükselteceğiz; hak ihlmlerini görünür kılacağız.
- Akademi, fikir ve sanat dünyası ile dayanışma içinde olmayla; gerçekleri belgeleyip kamuoyunu bilgilendireceğiz.
- Gençlerimizi yeni kuşak liderler, sorumluluk sahibi kanaat önderleri olarak yetiştireceğiz.
- Kültürel mirasımızı koruyacak, mezarlıklarımızdan vakıf mallarımıza kadar sahip çıkacağız.
Bu bir meydan okuma; ama aynı zamanda bir çağrıdır: Tarihe not düşme zamanıdır.
Direneceğiz — hakla, hukukla, akılla ve vicdanla. Çünkü var olmak sadece bir hak değil, sorumluluktur.
Biz var olacağız.
Kırmızı karın yağmasını beklemeyeceğiz.
Çünkü biz beklersek, hiçbir şey değişmeyecek.
Bu toprakların gerçek sahipleri biziz.
Yollarını da fabrikalarını da biz yaptık.
Biz bu topraklarda misafir değil, emeğiyle tarih yazan bir halkız.
Bu yüzden hamlelerimizi de bu bilinçle yapacağız.
Biz burada var olduk, varız ve var olmaya devam edeceğiz.
Bugün sessiz kalan her kalem, yarın bu yok oluşun ortağı olacaktır.
Ama biz susmayacağız.
Biz yazacağız.
Biz konuşacağız.
Biz direnerek var olacağız.
Unutmayın:
Biz biriz. Biz birlikte güçlüyüz.
Ve bu dava…
Yalnızca Bulgaristan Türklerinin değil, adalete, eşitliğe ve insan onuruna inanan herkesin davasıdır.
