Haziran 2016 yılında Konu: Romanya Konferansından konuşmam
Öncelikle bizi bu toplantıya davet eden, Romanya Demokratik Türk Birliği Başkanı Gülten ABDULLA, Aşağı Tuna Araştırma, Geliştirme, Eğitim ve Kültür Merkezi Yönetimi ve bu toplantıda emeği geçen herkese teşekkür eder ve başarılı geçmesini temenni ederiz.
Sn. Ekselansları, Değerli heyet başkanları, araştırmacı bilim adamı, gazeteciler ve çok değerli misafirler.
Bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya bozkırlarından yola çıkarak, Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan topraklarına ulaşanlarız. Bu toprakları Osmanlı coğrafyasına katan Evlad-ı Fatihan’ların torunlarıyız.
Bizler Tuna boyundan başlayarak, Deliorman, Dobruca ovasından geçerek, Koca balkanı aşarak Gül kokusu Kazanlıktan, Pirin, rodop dağlarından Arda boyundan kıvrım kıvrım süzülerek Anadolu’ya doğru hızla ilerlediğimiz Akıncılar Yurdundan hepinize kucak dolusu sevgi ve selamlar getirdim.
Hoşgörü ve Türk-İslam ahlakının beşiği, Selçuklu ve Osmanlının sarsılmaz kalesidir Anadolu.
Bulgaristan, Balkanlardaki Türk-Müslüman kültürel kimliğini en uzun yaşatan ve geliştirerek yaşatmaya devam etmektedir.
Bu gün itibarı ile sadece 89 göçünden sonra Türkiye’de toplam 710 bin kişi yaşamaktadır. Bulgaristan’da kalan ve Türkiye’ye yerleşen soydaşlarımı temsil eden Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK Genel Başkanı sıfatıyla aranızda bulunmaktan gurur duyuyorum. Bugün adlarına Bulgaristan Müslüman Türkleri dediğimiz etnik azınlık topluluğu bu kültürel kimlikle 650 sene yaşamış, son asırda da göçlerle ana yuvasına büyük kafileler halinde geri dönmüştür. Yaşanan bu göçlerden 1989 göçü en büyüdür ve acımasız bir “kültürel soykırım”dır.
Aldığım davetiyede, Fuat Köprülüyü ilk sıraya haklı olarak koymuşsunuz. Bir kültürün son çınarlarını görmeden, onun yarattığı uygarlığı göremeyiz. Mehmet Fuat Köprülü, Osmanlı kültüründen Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan bir köprüdür. Ayrıca Avrupa kültürüne uzanan uzun yolumuzda, bugün de dimdik ayakta duran ve üzerinden geçtiğimiz değerli bir köprüdür. O, içinde sönmeyen hoşgörü ruhu olan öz medeniyetimizin en aydın temsilcilerinden birisidir.
Orta Asya’dan Anadolu’ya
Hoşgörümüz Türk–İslam ahlakımız, kültürümüzün en temel parçalarındandır. Pamir dağlarını delerek, Orta Asya’dan Anadolu’ya geliş sürecinde İslam’la bütünleşerek bugünkü Türk-Müslüman benliğini kazanmış durumdayız.
Yaşadığımız ülkede Türkler alçakgönüllü, çalışkan, kendi işini başkalarına zarar vermeden yapan, gönlü gibi kapısı da her zaman açık olan, yardımsever, her şeye olumlu yanaşanlardandır.
Biz Anadolu’dan, Konya ovası ve Karamandan bu niteliklerle gelen ve buraları Balkanlaştıran özellikle yerli Bulgarların dil ve diline, yaşam tarzına müdahale etmeden barış ve huzur içinde 650 yıl beraber yaşayan Evlad-ı Fatihanların torunlarıyız.
İslam hoşgörüsünün ilk derinliği Medine’dedir.
İslam’ın siyasi tarihinin başlangıcında, Medine Müslümanları, diğer dinlere mensup halklarla bir arada barış ve dostluk içinde yaşamalarını sağlayacak bir sözleşmeye yapılmıştırlar.
“Medine Sözleşmesi” olarak bilinen ve “ayrı dinlere mensup kişilerin İslam’ı idare altında haklarını tayin eden temel ilke, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm tarafından, hem Peygamber, hem İslam’ın yayıcısı hem de Medine’nin idarecisi olarak” hayat hakkı elde etmiştir. Bu insanlık tarihinde daha önce eşine rastlanmamış bir olaydır. İnsanlık adına son derece büyük bir nimettir.
Bu sözleşme, Hz. Muhammet Aleyhüsselâm tarafından 622’de düzenlenmiştir–Müslümanlar, Yahudiler ve Paganların yani çok tanrılıların barış içinde yan yana yaşamalarının çerçevesini böyle çizmiştir. İlk kez bu sözleşmede Medine’deki Müslüman, Yahudi ve Paganların hakları “ümmet” adı altında birleştirilmiştir. Bu sözleşme, İslam’da çoğulculuk ve hoşgörü düşüncesinin kaynağı ve geliştiricisidir.
Bu sözleşmeyle insan hakları eşitlenmiştir.
Medine sözleşmesinden sonra, “kendilerini Müslüman sayan” tüm ülkeler ve hükümdarlar, göçmenlerin, savaş kaçaklarının ve sığınmacıların eşitliğini, haklarını, onlara şefkat ve yardım gösterilmesini, emreden Kuran surelerini uygulayarak bir göçmen hukuku, hoşgörü ve Türk-İslam kültürü yaratmışlardır.
Hakikatten, Anadolu yalnız bir hoşgörü beşiği değil, emsalsiz hoşgörü ve ahlak çınarıdır. Ben Bulgaristan’da doğup büyümeme rağmen diğer Bulgarlarla eşit haklara sahip olamadım. Fakat bir göçmen olarak Türkiye Cumhuriyetinde bu eşitliği bizzat yaşayarak görmüş bulunmaktayım. Türkiye’ye 1989’dan sonra yerleşen 710 bin kardeşim de öyledir. Bugün anavatanımızda sadece Suriyeli 4 milyon sığınmacı barınıyor, 720 bin savaş kaçağı çocuk okula gidiyor.
Türkiye’nin Başkanı, Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında İstanbul’da düzenlenen son İslam Konferansında bunu tasdik etmiştir. Abdülhamit’in hayali olan Türk-İslam birliğini oluşturmak Recep Tayyip ERDOĞAN’a nasip oldu diye manşetten BULTÜRK Gazetesi tüm dünyaya duyurmuştu.
Hoşgörünün Türk-İslam Ahlakının Anadolu’ya yerleşmesi
İlk başta, âlimler âlimi Ahmet Yesevî‘yi görüyoruz. O, Selçukludan Osmanlıya geçişte köprü olmuş, bir milenyum önce geleceğin hoşgörü beşiği olarak görebildiği Anadolu’yu manevi olarak fetheden ilk büyük düşünürdür. Belirttiğine göre, daha o zamanlar Anadolu’da Hıristiyan ve Müslüman etkileşimi, ortak kültürü oluşturacak düzeye ulaşmıştır.
Kıyaslamalı örneklersek, İslam Hindistan’da halk Müslümanlığı oluşturabilmek için 12 cilt hadise ihtiyaç duymuş. Anadolu’da ve Balkanlarda bu böyle olmamıştır. Siz hiç “Anadolu hadisleri”, “Balkan hadisleri” kitabına rastladınız mı? “Aşağı Tuna Hadisleri” değerlemesi olduğuna da inanmıyorum.
Bunu nasıl mı anlamalıyız?
Anadolu’da ve Balkanlarda Halk Müslümanlığı öncelikle “türbe” gibi ziyaretgâhlarda belirginleşmiştir. Türbeler, İslam öncesi inanç ve kültürlerin su yüzüne çıktığı yerlerdir. Halk Müslümanlığının camideki yüzü ile türbelerdeki yüzü birbirinden hayli farklıdır. Camide İslam’ın kitabı öne çıkarken, türbeler İslam öncesi inanç birikimine daha yakındır. Anadolu’da olduğu gibi bizde de, aziz ve evliya ziyaretgâhları Hıristiyan ve Müslüman hoşgörü kültlerini olgunlaştıran başlıca etkenler olmuştur. Anadolu’da Hıristiyanlığa geçiş sürecinde Hıristiyanlık öncesi tanrılar, “azizlere” dönüştürülerek, “putperestlikten Hıristiyanlığa yumuşak geçiş sağlandığı gibi” benzer bir süreç “Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçişte de tekrarlanmıştır.” Olaya bilimsel ışık tutan Ahmet Yesevi’nin “ortak kültür” ve “hoşgörü” kavramlarına kaynak olan da budur.
Düşünce bir tohumdur, kültürün Türkçemizdeki adı ise ekindir. O olmadan umut ve toplum yeşermez. Bu dünya görüşünde derinlik ve hikmet, sonsuz bilgi kaynağımız Hoca Yesevî ve yarattığı eser Yesevî’liktir.
Yesevi’lik İslam’ı Anadolu’ya taşıyan ahlak ve hoşgörüdür.
Yasa ve ilkeler toplamı olarak bir kuraldır. (teoridir). Anadolu’ya, Balkanlara, kolları şu topraklara ulaşan Bektaşîlik, Babaîlik, Haydarîlik öğretisidir. Türklüğü ve İslam’ı Anadolu’ya uygulayan modüldür.
Bir ışıktır ve bu ışığı Balkanlara taşıyanların başında, destanlarımızın kahramanı Sarı Saltuk gelmektedir.
O, Aşağı Tuna boylarındadır. “Demir Baba” türbesi bizde, Deliorman’da Türklük kalesi olarak dimdik ayaktadır. Binlerce türbe, cami, cem evi, medrese, okul olarak yaşayan bu kültürün tüm eserlerinin ortak harcı Yasevilik–Bektaşilik-Müslümanlıktır. Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok önemli rol oynayan Sarı Saltuk’un bizde büyük sayıda türbesi bulunur. Her birinin ilk harcına, ilk türbeden toprak konarken, topluma cömertlik ve konuk-severliği aşılamıştır.
Balkanların her köşesi Sarı Saltuk memleketidir
Halk kültürümüzde bir hoşgörü kahramanı olan Sarı Saltuk, herkes tarafından sevilmiştir. Mezarının Romanya’nın Kuzeyinde Dobruca bölgesindeki Babadağ kasabasında olduğu rivayet edilir. Türklük kutsalını koruduğunuz için, ev sahibi kardeşlerime hepinize teşekkür ediyorum. Aynı kalpten duygularımız, Bosna Hersek Balagay Şehrindeki Sarı Saltuk tekkesini, İznik’teki ve diğer Sarı Saltuk Baba tekkelerini, zaviyeleri yaşatanlar için de geçerlidir.
Siz, dünyadaki en kutsal inancı, Türklüğü ve Müslümanlığı, İslam’ı, geleneklerimizi, birliğimizi ve kardeşliğimizi yaşatanlarsınız…
Ne mutlu hepimize!
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Müslümanlığı Avrupa’ya taşıyan aydın olarak anlatmıştır. Birliğimizin sembolü olan Sarı Saltuk Baba türbeleri Tunceli, Diyarbakır, Niğde, İstanbul Rumelifeneri, Babaeski, Makedonya Ohri, Arnavutluk ve başka yerlerde de var oldukça, Anadolu ve Balkan halklarının manevi birliğine kimse gölge düşüremez, kimse bileğimizi bükemez, geleneklerimizden ve Türk-İslam Ahlakımızdan gelen hoşgörümüzden bizi kimse vaz geçiremez.
Türklerin Balkanlara gelmesiyle Hıristiyan ve Müslüman halklarının birbirinin dinini anlamakta, birbiriyle alış-veriş yapmakta, birbirinin düğünlerine gitmekte, değişik sosyal etkinliklerine katılmaktadır. Beraberliğimiz düşmanlıkla başlamamıştır. Kurduğumuz evlerin, konakların, medrese ve camilerin kapısı her zaman herkese açıktı. Bugün de öyledir.
Balkanlarda ortak kutladığımız hoşgörü geleneklerimiz doğdu:
Anadolu’da olduğu gibi Bulgaristan’da da beraber kutladığımız birçok bayramımız var. Bunlardan biri 6 Mayısta kutlanan yazın gelişi,
Yazın gelişi bizlerde Hıdrellez Bayramıdır
Ortak mevsimlik bayramlar dışında, asırlarca süren birlikte yaşam, kaçınılmaz olarak, saygı ve hoşgörü doğurmuştur. Tekke ve zaviyeler ülkemizde bugün de önemli bir çekim merkezidir. Ayrıca mevlitlerimiz de özel Türk-İslam ahlakını yansıtmaktadır.
Gelenekleşen bu birliktelikte, Çelebi Mehmet zamanlarında yaygınlaşan ve bir halk Müslümanlığı olarak Mevlitlerimiz de çok önemlidir. Bu geleneğimizde de kapımız herkese her zaman açıktır, soframız ortak, dualarımız sağlık ve rahmet içindir. Yağmur dualarımıza ve salgın hastalıklara karşı halkın dini eylemlerinde de, her dinden ve ırktan temsilciler görebilirsiniz.
Her yıl Mayıs ayında Demir Baba Tekkesi törenleri düzenlenir.
Müslüman bayramlarında bu hoşgörü kültürel etkileşimin devamıdır.
Özellikle Ramazan ayında, iftar sofralarına büyük sayıda Hıristiyan’ın da oturduğu dikkati çekmektedir. Allah kabul etsin, birkaç gün önce bayramla sona eren ramazanda Bulgaristan’ın Cebel kasabasındaki iftar sofrasına 3 bin, Kırcaali iftar sofraları bin, Asenovgrat’ta 2 bin, Filibe’nin “Yeni Mahallede” semtinde, Sofya “Banya Başı Camisinde 500, Samakov” “Küpeli Çeşme” sofrasında 300 kişiyi her akşam bir araya geldiler. Geleneklerimiz bir hoşgörülü birliktelik çağrısıdır. Şumen, Razgrat ve Ruse iftar buluşmaları da çok kalabalık gerçekleşti. Burada emeği geçenlerden Allah razı olsun.
138 yıldan beri ilk kez bu yıl Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev Ramazanın ilk gününde HOŞGÖRÜ SOFRASI AÇTI ve tüm din ve mezhep temsilcilerini iftar sofrasında buluşturdu. Halkımız iftar sofralarımıza Hıristiyanların da oturmasını hoşgörü ile karşılıyor.
İstanbul Bayrampaşa’dan her yıl çekilen Ramazan Kervanı bu yıl sadece Bulgaristan’da 12 bin vatandaşı hoşgörü muhabbetinde bir araya getirdi. Kendilerine, Bulgaristan Müslümanları adına teşekkür ediyorum.
İşaret etmek istediğim Yesevi’nin talebeleri, hacı Bektaşı veli, Sarı Saltuk ve Demir Baba evliyalarımızla Balkanlara yayılan geleneklerimizi ve tasavufi ahlakını yaşatıyorlar. Bunu özellikle 2002’den sonra gelişip güçlenen AK Parti’nin hoşgörü anlayışına borçluyuz.
Demek istediğim, Asya’dan, Medine’den dörtnala gelen ahlaki ve uygarlığı bugün de şahlanmış ve dimdik ayaktadır. Kısacası Türkiye tarihimizi hatırlamaya, artık köklerimize can suyu vermeye başladı…
Özetlerken:
Ahmet Yasevînin müritleri Evlad-ı Fatihan diyarına İslam kültürünün incilerini getirip saçanlardır. O, bizim tüm Türk âleminde aynı milliyet olduğumuzu ilk duyumsayan ve duyumsatandır. Eserleri, gelenek ve göreneklerimizin yapı taşlarıdır. Hayatı, derin bir düşüncenin ışığı olmuştur.
Anadolu ve Balkanları barış ve ahlak diyarı yapan büyük ölçüde onun fikirleridir. Topraklarımızda birçok Allah’ın evi kurulmasına ruh vermiş, müritleri İslam’ı kabul edenlerin önünde ilk namaza durmuştur.
O, bir de anadilimizde halk edebiyatımızı mayalayan büyük ozanlardan biridir. Putperestliği, ateşperestliği yenip çöpe atan, yenidünya görüşünü halk arasına yayan, hatta yeryüzünde Peygamberimizden daha uzun zaman yaşamak istemeyen, eşi benzeri olmayan bir düşünürümüzdür.
Geçelim müritlerinin yaktığı ateşlere
Hoşgörü ırmaklarımızdan sadece bir tanesidir, Türk –İslam ahlakı ise bunların birlikte buluşturduğu bir okyanustur.
Yeni ırmaklarımızın aktığı yer Türk-İslam Ahlakınadır.
Bu tarihsel erdemin çınarlarından biri de halk ozanı Yunus Emre’dir. O, Türklüğün Anadolu kaynağını açanların başında gelir. Halk aşkına dayanan yaratıcılığında Ahmet Yasevi kaynağından su içmiş ve halkımıza da içirtme şerefine nail olmuştur.
Anadolu tasavvufu – insanlara sevgi ve ahlak öğretisidir. Yunus Emre’nin büyüklü bir de Anadolu’nun çok dilli, çok kültürlü, çok dinli ortamında yalnız Türkçe yaratmış olmasında gizlidir. Onun ölümsüzleştiren ve yaratıcılığına yansıyan halk sevgisi efsaneleşmiştir, ona olan sevgi ise abideleşmiştir. Hakikat kişiliğin yolunda Hacı Bektaşi’yi bulan odur. Türk dilinin zenginleşip egemenleşmesine büyük katkıları olmuş, hoşgörü ve ahlakımızı Anadolu’nun hamuruna karmış bir tasavvuf müridi olma gururuyla yaşamıştır.
O zamanlar Türkler, İslamı bir imparatorluğun görkemini paylaşan sınıf üyeleri arasında çok önemli yer alsa da, Rum, Bulgar Sırp, Yahudi ve Ermeni kökenlilerden başka aynı ortamda Alman, İtalyan, Rus, Çerkez ve Leh gibi unsurlar da kalabalıktı.
O zamanlar Türkçemiz, Osmanlıca olarak görülen dil durumundaydı.
Yunus Emre bu çeşitlilik içinde Türk halk dilinde yaratarak dilimizin egemen olma yollarını ömür boyu zorlamış, ufuktaki güneşi görebilmiştir.
Onun, değeri asla biçilemez, bir uğraşıdır. Hayatı ve davası, ne mutlu Türküm diyenlere sonsuz gurur kaynağıdır.
Yunus Emre çağında Anadolu böyle iken, bir de Balkanlara bakalım.
Burada Balkanlılık değimini kullanırken, Prof. Kemal Karpat’ın “Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan İmparatorluğudur” sözünü hatırlatmak isterim. İmparatorluğun Balkanlardaki nüfusu Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Romen, Bulgar, Yunan ve Türker’den oluşurken alabildiğine bir dil çeşitliliği yanında, din ve mezhep farklılıklarının da yan yana olduğunu görüyoruz.
Ne var ki, bu çeşitlilikte barış içinde yan yana yaşama konusunda pek büyük bir sorun yaşanmamıştır. Dili dini, gelenek görenekleri yasaklanan etnisite ve halk yoktur. Osmanlının gelişiyle burada 650 yıl savaşsız yaşam sürdürebilmişlerdir.
Hoşgörü bahçesi fidanları böyle bir ortamda doğmuş, bitmiş hatta meyveleri de birlikte toplamışlardır. Türk-İslam ahlakını ve beraber yaşama sanatını birlikte geliştirmişlerdir. Osmanlının yönetiminde yıktığı hiçbir kilise yoktur.
Hoşgörü sözünün köklerine biraz da Hıristiyanlar açısından bakalım:Örneğin Bulgarlar Uyanış Çağlarını Osmanlıda yaşamışlar, ilk Bulgar okulları Osmanlıda kurulmuştur. İstanbul “Stveti Petır” kilisesi ve Bulgar okulları o dönemin eserleridir. ”93 Harbinin” yapıldığı Plevne eyaletinde 345 Bulgar okulu olduğunu hatırlatmak bu olayları Osmanlı Hoşgörüsü ve Ahlakı açısından yeter de artar bile. Bulgar halkının Osmanlıya yüzde yüz inandığını gösteren bir olay da, Plevne kentindeki Bulgar papazı dini ve sivil erkânının adına Osman Paşaya “3 torba altın vererek, Paşam bizi de koruyun!” demiştir. Bu örnekler anlatmakla bitmez.
Hoşgörü (tolerans şekliyle) sözü Latince tolerare sözünden türetilmiş olup, farklı anlayışları, kanıları yaşam ve davranış tarzlarını, farklı gelenek ve görenekleri kabul etme, onların varlığını tanıma anlamının dışında kullanıldığını gördü, tahammül etme, katlanma ve göz yumma, hoş görme gibi kavramları içerir. Tolerans, denince çoğunlukla dinsel hoşgörü akla gelir.
Örneğin Osmanlının hoşgörüsü sayesinde Bulgarlar Doğu Ortodoks Hıristiyan Piskoposluğu elde etmişler, Bulgarcayı kilise dili yapmış ve kendi ibadethanelerini kurmuş ve yazısını geliştirmiştir.
Yeni tarihin Rönesans, Hümanizm, Reformasyon ve Aydınlanma devirlerinde sürekli kendini değişen koşullara uydurmaya çalışırken, aslında savaşımlarla geliştirilmiştir. Kuşkusuz elde edilen sonuçlar birçok defa toleranssızlık doğurmuştur. İslam’da hoşgörü ahlaktır, hem mutlak hakikati temsil etme savı, hem de “ehl-i kitap” diye adlandırılan kitaplı dinlere inananlara tanınan görece tolerans, özerklik ve özgürlük kapsamında değerlendirilir.
Bulgaristan’da hoşgörü ifadesi olarak, Osmanlıdan ayrıldıktan sonra da, kapımızın Bulgarlara hep açık kaldı. Ne yazık ki Bulgarlar başa geçtiğinde hep ayrı kaldık, iktidarların Müslüman Türklere zulüm uygulaması, 8 kitlesel göç, birçok isim değiştirme ve sonunda tüm bardakları taşıran Bulgaristan’da yaşayan tüm etnik grupların “soya dönüş” terörü yani soykırım yaşattılar.
Barış içinde beraber yaşamamız kaçınılmaz doğal bir ilke olsa da, büyük acılara rağmen ayakta kalabildik.
Bir açılım olanağı olan tolerans Bulgaristan’da her zaman toleranssızlıkla iz bıraktı. İşaret etmek istediğim, tüm resmi evraklarda tolerans yazması, gazetelerin manşetlere tolerans başlığı atması hiçbir anlam taşımıyor.
Bu yüzden olacak 1990’dan sonra Bulgaristan’da Türklerin ve Pomak kardeşlerimizin kurduğu sivil toplum örgütlerinden daha fazlasının adı “Tolerans”tır. Fakat burada yer etmesi ve beyinlere yerleşmesi gereken kavram KARŞILIKLI TOLERANS olmalıdır, çünkü biz zaten her zaman herkese karşı hoşgörülü ahlaklı davrandık. Hoşgörü için ayaklanmamız ise HAKKIMIZDI.
Kant, Hegel ve Marks ve Engels, Osmanlı toleransını takdirle karşılayan dünya düşünürleridir. Türklerin egemenlikleri altındaki gayrı-Müslimlere en geniş özgürlükler tanıdığını yazan Hegel, Avrupa’nın en uygar toplumu olan İngilizler, Katoliklere hiçbir özgürlük tanımıyor, diye yazmıştır.Bulgaristan örneğini biraz parantez içine alırsak, Osmanlı devletinde uygulanan toleransın Batı Avrupa’nın hayalinin ötesinde olduğu en ünlü klasiklerce takdir edilmiştir. Batı edebiyat ve felsefesinde Osmanlı Türkiye’sinde hayat hakkı kazanan, farklı topluluklara tanınan dinsel hoşgörü ve kültürel özgünlüğü koruma ve geliştirme özgürlüğü hep gıpta edilmiştir.
Engels ise kültürel ve dinsel tolerans bakımından “Türkiye bir cennet”, demiştir. Kuşkusuz 19.yüzyıldan sonra Balkanlarda Müslüman Türk hoşgörüsü Balkan Milliyetçiliği ile amansız bir mücadele vermiştir.
Yine Fridrich Engels, “93 Harbinden” sonra kaleme aldığı bir yazısında şöyle demiştir:
“Şimdi Bulgarların Türklere yaptıklarını, daha önce Türkler Bulgarlara yapmış olsaydı, tarihte Bulgar diye bir topluluk kalmazdı.” Bu saptama Engels’ten bir alıntıdır.
Yalnız 1878’de Filibe’nın (Plovdiv) Türk nüfusu 300 binden 15 bine düşmüştür. 1878’de Bulgaristan Prensliği nüfusunun % 52’si Müslüman Türk’ken, 2016’da biz Bulgaristan nüfusunun ancak % 17’siyiz. Totalitarizm çökerken, yalnız 1989’un Ağustos ayında 350 bin Bulgaristanlı Türk baba ocağından kovuldu. Balkanlarda bu rakam toplam 10 milyondur. Bugün Türkiye’deki Balkanlı Müslüman diasporası 18 milyonun üzerindedir.
Bulgaristan’daki son durum:
Bizde, bugün de değişen bir şey yoktur. Nüfus yapısı aynıdır. Özünde “çok-kültürlülük” taşıyan bir yapıdır bu. Biraz daha somutlaştırırsak, Bulgaristan’da bu sıralamaya, Pomakları, Çingeneleri, Gagavuzları, Ulahları, Romen Çingenelerini vb de eklememeliyiz. İşte bu ortamda “çok-kültürlülük” her zaman çok dillilik ve birden çok dinin, yaşam tarzının bir arada oluşu demektir.
1908’de kurulan Bulgar Çarlığı gibi, 1944’te kurulan Bulgar sosyalizmini izleyen totalitarizm de, bu çeşitliliğe tahammül edemedi.
Egemen olan Bulgar ulusun dil, din ve kültüründen başkasına nefes aldırmadı. Bulgaristan’da Hoşgörü ırmağının suları hep azaldı.
Tek uluslu devlet kurma hırsına yenik düştü Bulgar devleti. 70 yıldan beri çocuklarımız devlet okullarında anadilimizde okuyamıyor.
Bulgaristan’da Toleranssızlık mengenesi sıkıldıkça sıkılıyor.
Anadilimizde iletişim ve haberleşme haklarımız sıfırlanmıştır. Bir iktidar tuzağı olan Hak ve Özgürlük Hareketi bizi “Bulgar Etnik Modeli”ne kapayarak (kapsülleşmiş toplum) haline getirdi.
1990’dan beri sözde demokratikleşme süreci yaşayan Bulgaristan’ın kültürel coğrafyası ve toplumsal siyasi ve dinsel koşullarının biçimleştirici etkisi Bulgaristanlı Müslüman Türker’den bir tek, oy kullanma hakkı garantili olan, “siyasi köle” topluluğu oluşturdular. Türkiye’de yaşayan soydaşlarımızın çifte vatandaşlıktan kaynaklanan oy kullanma hakkı ise son yasa değişiklikleriyle ellerinden alınmak isteniyor. Bu gidiş toplumu parçalayabilir, devletin insan hakları açısından farklı bir yapılanmaya ihtiyacı var. Özelikle eğitim ve kültür ve din alanında temel hakların mutlaka tanınması zorunluluk olmuştur.
İslam yayılırken, diğer dinlere saygı duyma, diğer dinlere inananların kendilerine ifade etmelerine fırsat verme, işte bu, dinsel toleransın başlıca kaynağı ve anlatımıdır. Hoşgörü, dinde, dilde, yaşamda bir etkileşim, bir arada yaşama, yardımlaşma ve birlikte olmanın sonucu olarak doğmuştur.
Şimdi biz, yine başa dönelim:
Dil, etnisite ve din farklılıklarına karşın, resmi dilin Türkçe olmasına karşın, Osmanlı bir Türk haritasını, asla çizmemiştir.
(Bizde Bulgarlar 138 yıldan beri Osmanlıda zorla Müslümanlaştırmadan söz eder, ama bu bir kuyruklu yalandır. Şu cümleyi çok esef ederek yazdım ve içimden gelmese de, okumak istiyorum.
1878’den 2002’ye kadar Bulgar devleti bize “ana emzirmemiş bir çocuk gibi baktı”. Çilemizin kaynağında olan kara-kader bir yere kadar da budur.)
Tersini düşünün, Osmanlıda, Müslümanlığı kabul etmiş birini düşünün, onun kendi etnik ve kültür özelliklerinden vazgeçmek ve göreneklerini terk etmesi zorunluluğu yaşam hakkı aramamıştır. Belirleyici olan, kişinin vermekle yükümlü olduğu vergiyi vermesi; istenen hizmeti yapması, Osmanlının egemenliğini kabul etmesinde ileri gitmemiştir.
Bize XX. asır boyu uygulanansa tam tersidir.
Kimliğimiz üzerinde devamlı tırmanan zülüm olmuştur.
Ayrıca bu denli çeşitlilik sergileyen toplulukların “ortak bir doku” oluşturması, (bu fikrin, Nazımla ve onun beraber yaşamak, ipekli kumaş dokumak gibi, sözlerine dayanarak çok yaygınlaşmış olduğundan söylüyorum) veya böyle bir “beklenti” içinde olmaları da söz konusu olmamıştır.
Biz 100 yıldan beri tersini dinleye dinleye yorulduk ve bıktık.
Öte yandan “bağlantısız ve perakende grupların kapalı ve özgün yapılarını korumaları, Bulgar’ın Bulgar, Romen’in Romen, Sırp’ın Sırp kalması Osmanlıda “merkezi yönetimin de” tercihiydi. Tersi olsaydı ve Osmanlı her gün 5 kişinin ismini ve dinini değiştirseydi, bu gün ortada farklılık ve çeşitlilik diye hiç bir şey kalmazdı.
Konuşmamın, Yunus Emre bölümüne geçmek isterim:
Osmanlı imparatorluğu, Roma ve Bizans kültürünün başat olduğu coğrafyada kurulmuş ve var olan kültür birikimi, Osmanlı’da varlığını sürdürmüştür. Anadolu ve Balkanlar da dâhil çok geniş bir egemenlik alanı olan bu imparatorluk, farklı kültürleri, dilleri, dinleri olan insan topluluklarını bünyesinde topladığı için,
Osmanlı toplumu daha baştan itibaren çok kültürlü, yani hoşgörü ve ahlaklı, çok dinli ve çok dilli bir özellik taşımış ve bunu sonuna kadar sürdürmüştür.
Biz Bulgaristan göçmenleri de şehitler veriyor, terör saldırılarına hedef oluyoruz. Huzurumuzun teminatı Büyük ve Güçlü Türki’yedir.
Ayrıca bunu fermanlarla, meşrutiyet rejimine ve Anayasal düzene geçerek genişletmiş zenginleştirmiş ve yasallaştırmıştır. Ne var ki, her yerde her şey sonsuzdur. Bugün de, Anadolu’da, Trakya’da, Güneydoğu’da 46 etniğin özgün kültürel haklarını, aynı bayrak altında ve egemen devlet garantisinde savunulmak için Türkiye’nin BAŞKANI, Sayın Recep Tayip Erdoğan yönetiminde devam ettiğin yoğun çabalara bugün de tanık oluyoruz.
Dünyanın neresinde olursa olsun her Türkün al bayrağımız altında birleşmesidir. Türkiye’nin BAŞKANI ERDOĞAN’nın dediği gibi “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” altında birleşmek.
Yukarıda da dediğim gibi, Osmanlı gibi çeşitlilik sergileyen bir topluluğun “tek etnikli ortak bir doku oluşturması beklenemezdi.” Bulgaristan’da 1912’de Pomak Müslümanların Hıristiyanlaştırılması ve isimleri de değiştirilerek Bulgarlaştırılmaları bu zulmü, 1936, 1942, 1972 ‘de defalarca tekrar etse de, sonuç vermedi.
1985–89 “soya dönüş” faciasıyla kardeşlerimizin başına gelenleri asla unutmadık.
Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Zindanlardan, toplama kamplarından ve sürgünden çıkan binlercemiz göç etmek zorunda kaldık. Asimilasyonu kabul etmeyen Çingene kardeşlerimiz ayrım siyasetinin kurbanlarıdır. Bir Avrupa Birliği ülkesinde en yoksul, çoğu işsiz ve en kör cahil etnik azınlık olarak çekileriyle dillerde destandır. Genelde İngiltere’de geçim arayan çoğunluğu Pomak ailelerimiz de “breksit”ten sonra çok tedirgindir. Parçalanmış, yaralı bir toplumda hoşgörüden ve ahlaktan söz edilemez. Bulgaristan’daki etnik azınlıklar kader ortağıdır.
20.Asır bizim için Türk kimliğimizi oluşturma ve Bulgarlaştırmaya ve Hıristiyanlaştırılarak eritilmeye karşı mücadele yüzyılı olarak geçti. Çok ezildik ama boyun eğmedik. 1989 Mayısında Ayaklandık.
Mücadelemiz devam ediyor. Türkiye’de de örgütlendik. Memlekette kalan kardeşlerimizin hep yanındayız. Elektronik yayınlarımızla, gazetemizle, bastığımız kitaplarla her an yanlarındayız.
Artık Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin, kovulanların geri Bulgaristan’a dönme zamanı geldi.
50 bin Türk öğrenci Bulgaristan’da okudu. 100 000 iş adamı Bulgaristan’da ekmek teknesi açtı. Türk kültürü Bulgar TV kanallarını da fethetti. Okuyan gençlerimiz çalışma hayatlarına Bulgaristan’da başlıyor.
Büyük Türkiye Balkanlara taşıyor.
Hoşgörü kültürü yeniden ahlakla birlikte yeşeriyor. Köylerine dönen emekli öğretmenlerimiz afacanların elinden tutuyor. Halkımız Yunus Emre Kültür Evleri’nin açılmasını bekliyor. Bu arada, Osmanlıdan kalan yüksek mimar eserlerinin onarımı işinde ustalaşan TİKA ekipleri “Banya Başı”, “Yedi Kızlar”, Kırcaali Camii, “Tombul Camii” ve daha birçok paha biçilmez eseri onardı ve eski halinde ibadete açtı. Bulgar makamlarının sayıları binden fazla olan ve devlet ve belediyeler tarafından gasp edilen cami, medrese, okul, mescit, hamam vb vakıf mülklerimizi iade etmede zorluk çıkarması, özlenen günlerin geri dönmesini geciktiriyor.
Yunus Emre Enstitüsü uzmanlarını Bulgaristan’a beklediğimizi yinelerken, TİKA’lı yetkililere yeri gelmişken hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum.
Dünya değişiyor, biz de değişmeliyiz.
Şuna işaret etmek istiyorum: “Ortak bir doku oluşması beklenemez” sözleri mutlaklaştırılamaz. Çünkü kültürler, yan yana duran taşlar değildir. Biz onları ortak mozaik oluşturan taşlar olarak görüyoruz. Her kültürün diğer kültürleri etkilediğine ve onlardan etkilendiğine inanıyoruz. Bunu görüyoruz.
Bu böyle olmasa Sofya’da “Etno Diyalog” dergisini çıkarmazdık. Bu açıdan bakılınca, hoşgörümüzün beşiği olan çok kültürlülük kavramı, hem kültürlerin birlikteliğini, hem de etkileşimini anlatır.
Tolerans dediğimiz bu diyalektiğin özüdür.
Bireşimleme kavramını burada, parçaların veya oluşturucu öğelerin bir araya getirilip bir bütün halinde birleştirilmesi olarak görüyorum.Kültürler-arası etkileşimin kaçınılmaz sonucu, doğal ve kaçınılmaz olarak etkileşime katılan kültürlerin özelliklerini birleşimleyen yeni bir kültür oluşturur.
Biz Sofya’da “Tolerans” derneği değil, “Kültürel Etkileşim” derneği kurduk. “Tolerans” derneği kursaydık adına “Karşılıklı Tolerans” diyecektik.
Çünkü bir hoşgörü olarak tolerans zaten özümüzdedir.
Bulgaristan Stratejik Araştırma merkezi aracılığıyla ortak yayınlarımız memlekete dağılıyor. Beklide hoşgörünün ve ahlakımızın zafer yolu bu asırda elektronikle geliyor.Türkiye’deki derneklerle de yakın işbirliği gerçekleştiriyoruz.
Kültürler hep Doğudan gelmiştir, Küçük Asya’da duraklamış ve Balkanlara Avrupa’ya sıçramıştır. Büyük göçler ve geri dönüşlerle Balkanlar’da ve Küçük Asya’da da yeni bir kültürel doku oluştuğunu itiraf ediyorum.
1990’da Bulgaristan’da halkımızın siyasi iradesi olarak Hak ve Özgürlük Hareketini kurarken, Ulusal Bulgar kültürü içinde, Avrupa çapında özgün bir yere sahip olacağımızı vurgulamıştık. Bulgaristan’ın geleceğini değişik renklerden güllerin en güzel demedi olarak tarif ederken, renklerin ve dikenlerin sivri uçlarının korunacağını, fakat bu güller demetinin Bulgaristan kokacağını anlatmıştık.
Osmanlı kimliğini anlatırken de, çok kültürlülük demetinde bir ara kültür tasavvur etmek doğru ve hayırlı olurdu. Bu kadar çok söz içinde, Yunus Emre’nin Türk halk diline, şu konuştuğumuz Türkçeye olan katkısını bir hikâye ile anlatmak daha kolay olacak kanısındayım:Hayalimizde, bizimki, Avrupa kıtası genel kültürü içinde, bir ara kültür olacaktı, gelişirken renklerini ve özelliklerini koruyacaktı. Ama olmadı. 1990’dan beri olan bitene göçleri de katarsak, yine kopma ve yine duraklama, hatta çökme yaşıyoruz.
Tarihimizdeki en ağır zamanların en ağırıydı!
Ankara Savaşı ve Moğol istilasından sonra Beyazıt!’in kardeşlerinden biri Divan Toplamıştı. Gündemde tek konu vardı. “Dil! “Ben,” demişti haşmetli, fermanlarımı Farsça yazayım, hocalar camide ve mahkemelerde işi Arapça hal etsinler, Türkçeyi resmi dil yapamam, erkekler telef oldu, erkeksiz resmi dil olmaz, kadınlar kimliğimizi lehçede yaşatmaya devam etsinler. Divanın son kararı bu oldu.
Ve işte bu noktada, Yunus Emre gibi, Anadolu çıra ve çınarları, Balkan dillerinde “noman” dedikleri bezgin göçebe bir halkın diline gönül verdi. Sonsuz övgüye layık olan, anadilimizi diriltip, egemen dil, imparatorluk dili, Cumhuriyet Türkiye’sinde resmi dil, edebiyat ve sanat dili, diplomasi dili ve dünya kültür dili tohumları ekti. Tarihsel görevlerin en yücesi bir halkın dilini yaşatmaktır.
Dünya’da dilini yitiren tüm halklar yok olmuştur.
Dil olmadan, hoşgörü, ahlak, kültür, uygarlık olamaz, nesilden nesile geçemez, hayatı kültürden kültüre, uygarlıktan uygarlığa taşıyan dildir. Yeri gelmişken Romanya, Kosova, Makedonya, Saray Bosna ve Balkanların başka yerlerinde aydınlık ocağı yakan Yunus Emre Kültür Enstitüsü Merkezleri görevlilerini en sıcak duygularla bir daha selamlamak ve kendilerini kutlamak istiyorum.
Bugün Balkanlarda yeni Yunus Emrelere çok ama çok ihtiyaç vardır, özellikle de Bulgaristan’da. Türk dili çırası asla sönmemelidir, çünkü o söndüğünde Türk-İslam kültürü de sönebilir.
Burada bu buluşmamızda, Bulgar makamlarının bizim şehir ve köylerimizde Yunus Emre Okuma Evleri açılmasına neden izin vermediğini, neden Türkçe ders kitabı bastırmadığını, gazete ve dergilerimizi Türkçe çıkaramadığımıza, anadilimizde radyo ve TV yayınlarımız olmasına neden izin verilmediğine, sanırım çok açık anlayabildiniz.
İnsan bir çınarın büyüklüğünü başka bir çınarla mukayese etmeden zor anlatır. Bu nedenle izninizle birkaç söz de Celalettin Rumi Mevlana için söylemek istiyorum.
Bizim Yunus Emre’ye olan sevgi ve saygımız sonsuzdur.
Celalettin Rumi ise, kendisi bir sonsuzluktur. Dünya gibi dönen, Güneş gibi yanan, yıldızlar gibi ışıldayan bir sonsuzluk. İnsan içine dönük, ruhunda yaşayan bir ebedi oluş. Mevlana bizim Omir’imiz (Homeros’umuz), o bizim halk ozanımız, feylesofumuz, aramızdan VUSLATA en laik olanımızdır.
Düşüne biliyor musunuz, idealizmin babası Hegel “Felsefe Tarihini” yazarken, 150 sayfa tasavvufa ayırmadan yazamadı. Hayatın sonsuzluğunu, ruhun ebediliğini Mevlana’dan öğrendiğini itiraf etti. O, bizim Aristotel’imizdir. Geçen yüzyıl Birleşik Amerika’da en fazla okunan kitap MESNEVİ’dir.
Biz Türklere “sizin mitolojiniz yok” dendiğini işitmişsinizdir. Var, masallarımızı ve efsanelerimizi derleyen de Mevlana’dır. Ben bir Yunus Emre ve Mevlana hayranıyım. Şimdi sözü arkadaşlarıma bırakıyorum. Bir sonraki buluşmamızda, “Türk Düşüncesinin serüveni ve Mevlana” üzerine konuşabilirim. Beni bu toplantıya davet eden Gülten Ablamıza ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Sağ olun var olun. Türk-İslam ahlakımız sonsuza kadar var olsun. Saygılarımla,
Rafet ULUTÜRK
BULTÜRK Derneği
Genel Başkan