Oya CANBAZOĞLU’nun Rafet ULUTÜRK ile reportajı
Bulgaristan’ı daha iyi tanıyalım -3- Bölüm
Oya CANBAZOĞLU: Üçüncü ve son bölüme geçiyoruz Rafet Bey. Bu bölümde ana konumuz olan siyaset tenceresinin kapağını bir daha kaldırmazdan önce, bir nebze de olsa İstanbul’da bulunan derneğinizin, etkinliklerinizden, planlarınızdan, halk kitlelerine inmenin yollarından, gelecek müjdeleyen tohumlardan ve kısacası “işler nasıl gidiyor?” sorusuna cevap arayalım mı?
Rafet Ulutürk:
Yayının başından beri anlatmaya çalıştığımız nedir!
Bulgaristan’ın az nüfuslu, adaletli kamu düzeni yerleşmemiş, iç dinamikleri açılmamış, kendi içinde huzur sağlayamamış, Balkanlara göre büyükçe, ama genelde küçük ve genç bir devlet olduğu, çok etnikli bir coğrafyada, tek uluslu rejim kurmaya çalıştığı için ağırlaşan problemler yaşadığı gerçeğidir.
İki, Bulgaristan üzerinde her gün üç gölgeli olan bir ülkedir.
Sabah güneş doğarken bu gölge Doğu’dan, yani Türkiye üzerinden gelir. Öğleden sonra Batıdan uzanan bir başka gölge AB ve gün boyu Rusya esintisi hissedilir.
Üç, Bulgaristan diye bir devlet yaratan, Bulgarların kendisi değildir.
Bulgaristan devleti aslında bir dış tasarımdır. Mayalamayı misyonerler yapmıştır. Bulgaristan’da okurken ve gençlik yıllarında bunun böyle olduğuna ben de inanmak istemezdim. Bulgaristan’la ilgili ağır söz işitmem ağırıma gidiyordu. İçimde memleket sevgisi vardı. Oradaki Türk toplumu kapalı yaşasa da, Prens ve Çarların dışarıdan geldiği ortada, yalan dumanından çıkıp gerçekleri görebilmek uzun zaman alıyor. Şimdi iletişim ve haber araçları çok gelişti, fakat sosyalizm yıllarında ülkeye çökmüş bir sis dalgası vardı. Yalan karanlığından herkes çıkamıyordu.
Oya CANBAZOĞLU: Hayat durgundu demek istiyorsunuz.
Rafet Ulutürk: Eskiden Bulgaristan’da yabancı radyoları dinlemek yasaktı. Bulgaristan kendisi radyo üretmiyor, kısa dalgalı radyo da ithal etmiyordu. Sofya Radyosu devlet ağzıyla konuşuyordu. Haftalık çıkan “Yeni Işık” gazetesi Komünist Partisi Merkez Komitesi yayın organıydı. Uyanan kamuoyu oluşmasında, memleket içinde çalışan işçiler, Türkiyelilerle görüşme ya da Batı Radyolarını dinleme olanağı yakalayabilenler önemli rol oynuyordu. Rodoplarda İstanbul Radyosu Orta Dalga üzerinden de işitiliyordu.
Oya CANBAZOĞLU: Uyanış bilinci birikimi çok uzun bir sürede biçimlendi, öyle mi?
Rafet Ulutürk: Evet öyle. Örneğin okullarda Rus ve Batı klasiklerinin eserleri görülüyordu. Lev Tolstoy’un “Diriliş” romanı, okunması zorunlu kitaplar listesindeydi. Bu roman Rusya’da toprak köleliği devrinde bir toprak kölesi kızı ile bir toprak ağası oğlunun birbirlerine sevdalansalar da evlenmelerinin ve mutlu olmalarının tamamen imkânsız olduğunu anlatırdı. Bu engelin bir Çar direktifi (buyruğu) ile kaldırılabilmesinin de imkânsız olduğunu, toplumda köklü hukuk reformu, kilise, yargı sistemi, zengin zümre ve Çarın toplum ve devletteki rollerinin yeniden düzenlenmesi gerektiğine işaret ederdi. Fakat sorunlar asla öyle görülmüyordu. Fransız Devrimini anlatan Viktor Hügo, Batı’nın aydınlığı Doğu’dan aldığını anlatan Göte ve diğer yazarların hepsini okuduk, ama hiçbir şeyin özüne adil bir düzen nasıl kurulur basamaklarınca inilmediğinden, hak ve özgürlük ışığını ararken hep kendi çöplüğümüzde eşelendik. Herkesin kafasına tıka basa doldurulan olmayan “sosyalist adaleti” ve parti sekreterinin her konuda haklı olduğu idi. Bunu aşmak çok zor oldu ve çok kurban aldı. Doğu Blok’u ve sosyalizm çökmeseydi, Bulgar halkı kendisi bu karanlıktan uyanamazdı. Çakmağı çakıp, kavı yakan Türkler oldu.
Oya CANBAZOĞLU Bu açıdan baktığımızda, 1989 Mayıs Ayaklanması öncesi sizin orada kurulan ve ön temaslarımızda değindiğimiz 28 direniş örgütünün kurucuları, devrim hareketinin örgütleyicileri, bilgisizlik karanlığını yırtmış aydın kişiler olmalı…
Rafet Ulutürk: Evet öyle, bizde öğretim yılında Medresetü’n-nüvvâb’ın tâlî kısmı açıldı. Şumnu’da kurulan Türk Öğretmen Okulu ve Yüksek İslam Enstitüsü (Nüvvab) ışığıyla aydınlandık. Türklüğün duygu ve bilgi birikimi oldu. Nüvvab’ın eğittiği Müftüler, kadılık da yapıyordu. Bilgili kişilerdi. Halkın arasından yetişmiş, toplum öncüsü, saygın aydınlarımızdı. 1930’larda kurulan Turan, sanat ve sportif sivil toplum örgütleri Türklük ateşini yaktı. STK’ların Türk bilincine kenetlenmedeki rolü son derece büyük oldu. 1929’da Sofya’da İlk Milli Türk Kongresi toplandı. Bulgarlarla hır mır çıkarmadan barış içinde yan yana yaşama kapısı açıldı. Türklüğün ve Bulgar vatandaşlığının temel ilkeleri Kongre kararlarıyla devlete ve halka duyuruldu.
Her şeyi yasaklayan 1934 askeri darbesinde büyük yara aldık. Sağ kalan aydınlarımızın çoğu Türkiye’ye sığındı. Okullarımızın sayısı 1200’den 500’e düştü. Sert baskı şeklinde beliren Bulgar faşist zulmü ilk kez o zaman zalimce hortladı. Halkı korkutmak için, kitle öncüleri, kanaat önderleri, öğretmenler sürgüne gönderilmeye o zaman başlandı. Çarlık döneminin kin ve nefret katmanları Bulgaristan Türklerinin belleğinde çok kalındır ve asla silinmez.
Oya CANBAZOĞLU: Burada dış etkenlerin rolü büyük tabi! Yıllar, Nazi Almanya’sının ateş püskürdüğü yıllar. Siyasi akımlar hep dışardan gelip, içerisini kasıp kavuruyor, diyorsun:
Rafet Ulutürk: Bulgaristan güçlü fırtına, yeni akım ve siyaset boynuz doğan ne bir deniz ne de bir okyanus. Rüzgâr hangi yönden gelirse gelsin, memleket kapısı hepsine açık bir ülke. Siyasetle örneklersk, 1878’den yani halk arasında “93 Harbinden” beri Bulgaristan üzerinden ikisi Kuzeyden yani Rusya’dan ikisi de Batıdan yani Avrupa’dan olmak üzere, 4 rüzgâr esmiştir. Bulgar halkı, bu hava dalgaları için “gelip geçer” ya da Büyük Atatürk’ün deyimini kullanırsak “geldikleri gibi giderler” diyor. Korkuları var. Güneyden bir şey gelmesinden korkuyorlar. Mart ayında Avusturya Başbakanı’nı Sofya’da konuk eden Başbakan Borisov “Güneyden gelenler 500 sene kalıyor, çok uzun bir süre” dedi. 30 yıl öncesine kadar Sovyetler Birliğine 16. Cumhuriyet olarak katılmak isteyen Bulgaristan, bugün Avrupa Birliği’ne sarıldı, Şengen’e katılmak istiyor, ülkeye 3 Amerikan askeri üssü konuşlandı…
Oya CANBAZOĞLU: Rafet Bey, siz bir dernek Genel Başkanı, stratejik araştırma merkezi kurucusu ve soydaşlarınıza hitaben yayın yapan iletişim aracı sahibi, hatta 2 kitabı çıkan bir yazar olarak, Bulgaristan’da tutacak tohum üretip ekmeye çalışıyorsunuz. Bu konuda ne dersiniz.
Rafet Ulutürk. (Eliyle gösterir) “Türk Dünyasında Bir Bulgaristan Türkü ve Elli Yıllık Mücadele” ve Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” kitaplarımın konusu da, Bulgaristan Türkleri ile ilgili klişeleri yıkmak ve yok etmekti. “Bulgaristan’da Türk Yok “ dediler. Dünya Türk Gençlik Birliği üyesi olarak 24 ülke gezdim, Türkiye’nin yaptığı Türk Dünyası Kurultaylarının tamamına katıldım, yapılan tüm forumlara katıldım ve Bulgaristan’da Türk ve Müslümanlar yaşadığını, onların kimliğini, tarihini, kültürünü edebiyatını, savaşımlarını ayaklanmalarını ve “Büyük Göçte” vatanlarından kovulduktan sonra yerleştikleri Türkiye’deki etkinliklerini BULTÜRK Faaliyetleri olarak anlattık. “İslamlaştırılmış Bulgarlar” dediler, onun öyle olmadığını, Rumeli-Balkanlara Osmanlı ile birlikte geçtiğimizi, Türk-Müslüman olarak geldiğimizi ve burada İslam âleminin en güzide eserlerini yarattığımızı anlattım. “İsimlerini kendi istekleriyle değiştirdiler” dediler. İsim, dil, din, gelenek ve göreneklerimiz için verdiğimiz kavgada kurşuna dizilen, tutuklanan, dayaktan ölen, toplama kamplarına, “Belene” Ölüm Kampına, tutuk evlerine, zindana düşen, idam edilen, sürgünde kalan kardeşlerimizi, Mayıs 1989 Ayaklanmamızı anlattım.
Oya CANBAZOĞLU: “Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” eserinizde işlediğiniz konu da ilginç…
Rafet Ulutürk: Bu eserim 2017’de çıktı. Okur kitlem dernek ve federasyon başkanları, Bulgaristan’la yakından ilgilenen aydınlar, üniversite öğrencileri, Bulgaristan’da kalan ve şimdi yeni yeni örgütlenen geniş kitlelerdir. Burada işlediğim konular orada seminer konusu oluyor.
Biz yayınlarımızla, bize öz haklarımızı, bir azınlık olarak temel insan haklarımızı, hele de kollektif haklarımızı tanımak istemeyen oradaki aşırı milliyetçi, devlet destekli güçlere karşı sürekli mücadele veriyoruz, onları göğüslüyoruz. Bir denge sağlanabilmesi için bizim insanlarımızı bilinçlendirmemiz gerekiyor, yıkmamız gereken putlar, asla hayat hakkı tanınmaması gereken peşin hükümler var, onları kırmak, tuzla buz etmek için yazılmış bir kitaptır bu…
Bu eser, hem Bulgaristan tarihinin, hem de Bulgaristan Türkleri tarih taşının arka yazısıdır. Her okuyan kim olduğumuzu, neyi savunduğumuzu, olmazsa olmazlarımızı ve tarihteki yerimizi öğrensin diye. Daha da önemli olan Üçüncü Bulgar devletini ve bu devletin geleceğinin neden gölgelendiğini, halkının neden yok olma trendini seçtiğini öğrensinler…
Oya CANBAZOĞLU: Bir azınlığın çoğunluğu nasıl yendiğine ilişkin çok ilginç bir analiz sunmuşsunuz, dileyicilerimize okumalarını tavsiye ederim. Şu tohum yaratma konusuna az buçuk dönebilir miyiz?
Rafet Ulutürk: Evet, biz tohum yaratıyoruz. Bulgaristan Türklerinin beynine ekilecek tohumları yetiştiren fabrika bizimdir. Amacımızda herkesin seveceği tutacağı ve bağrına basacağı tohumları yaratmak var. Bunlar memleket ve vatan sevgisi tohumları, insanların kardeşçe yaşayacağı bir toplum yetiştirmek içindir bu tohumlar.
Bizim tohumlar, Amerikalıların fitne yaratma, “ayır buyur” siyaseti tohumlarından ya da Rusların kurtarma bahanesiyle “kendine köle etme” tohumlarından çok çok farklıdır.
Biz, Bulgaristan vatandaşlarını eşit haklı insanların adaletli düzeninde, özgür, demokratik ve adil toplum vatandaşlığında buluşturmak istiyoruz. Yani biz OSMANLI’NIN ADİL YÖNETİM DÖNEMİNİ TEKRAR YAŞAMALARINI ARZU EDİYORUZ. Biz, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunacak tohumların ne Batı’dan ne de Doğu’dan gelmeyeceğine inanıyoruz.
Her toplumun değiştiği gibi Bulgaristan toplumunun da daha iyiye değişeceğine aslında gelişeceğine (bildiğiniz gibi gelişmek iyidir) inanıyoruz ve en insancıl ilkeler temelinde, ayrım tanımayan bir toplumsal düzende yeniden buluşacağımıza inanıyoruz.
Oya CANBAZOĞLU: Bu asil işte “Bir arpa boyu yol alabildiniz mi?” yoksa o gün bu gün 28 yıl gelip geçti ve siz hep yerinizde mi sayıyorsunuz?
Rafet Ulutürk: Bu gibi soruları sormak kolay da, kısa cevap vermek biraz zor. “Doğada olmayan bir şeyin, toplumda benzeri bulunamaz” diyenler haklı.
Sosyal olayları okumak çok zor! İki haftadan beri mevsimler bahara ulaştı. İzninle, memleketimin Doğasında baharın gelişini anlatan, şairlerimizden Hocamız İsa Cebeci’nin iki dörtlüğünü okumak istiyorum. Hem de, işittiğime göre, hastanedeymiş, bir geçmiş olsun selamı olur:
Oya CANBAZOĞLU okuyor
Bahar kokuyor tüter ovada
Yeşiller bürünür Tuna boyları
Bu kaçıncı cemre titrer havada
Renkler sarılır Tuna boyları
Mavi atlas gerilmiş de göğüne
Güneş dolmuş bahçesine bağına
Börtü böcek, kuşlar gelmiş düğüne
Soğuktan arınır Tuna boyları
İsa Cebeci
Bir şair bu tabloyu her bahar için çizebilir. Fakat sosyal sahada periyodiklik kuralı farklıdır.
Her sene “evrim”, “devrim” olacak diye bir şey yoktur. İnsanları “güneş toplamaya” çağırmak kolay. Fakat biz dernekçilerin, fikir emekçilerinin, kalem tüketenlerin işi sanki daha zor bizim işimiz “deniz dalgası köpüğü” toplamaktan farksızdır. Toplar toplar, bir bakmışsın kovanın dibinde bir avuç su.
Yukarıda anlattım gibi. Bulgaristan Türkleri 1878’de Rus-Türk harbinden sonra sökülmeye başladılar ata topraklarından, o günden bu yana biriken öfke, bir asrın çilesi göçlerle sel olup aktı aktı da, sonunda 1989 Mayıs Halk Ayaklanması olarak patladı. Halk İsyanı yapraklanan bir goncadır. Direniş suyu halkımızın bağrından 100 sene toplandı. Birikti. Her yıl mutlaka açan baharla benzerlik bulmak kolay değil. Periyodiklik aramak zor olduğu kadar, Doğa bize mutlaka olacak iyi şeylere ancak ümit ve işaret veriyor.
Oya CANBAZOĞLU: Sizi dinlerken birden bire “git gel” yasallığını düşündüm.
Rafet Ulutürk. Örnekleme olarak “Büyük Göçü” alırsak, geri gidecek olanlar 1989’da buraya gelenler olmayacak. Kuşak büyük ölçüde değişti. Sahneye yeni bir nesil çıktı. Bizim vazifemiz “dünü bugüne, bugünü de yarına bağlamaktır”, eğer biz geçmişimizin temel değerlerini bugünkü genç nesle aktaramazsak, bu iş biter. Bizim, Yeni Pazar yöresindeki “Kız Ana” tekkesinde Osmanlı şehitliği var. Anlatılan efsaneye göre, yılda en az bir defa buraya uğrayan ve bir Fatiha okuyan olmazsa, KABİR TAŞLARI TOPRAĞA BİR SANTİMETRE BATARMIŞ, DUA EDEN OLURSA, BİR SANTİMETRE BÜYÜRMÜŞ.
Demek istediğim bizleri orada Bulgaristan’da bekleyenlerimiz var.
Onlar bize “Asıl yar Vatandır, Gerisi yalandır” hatırlatması yapanlardır. Bu işler, “Ben postumu Türkiye’ye attım, gitsem de olur, gitmesem de” meselesi değildir. İşte bunun için buradan herkes payına düşeni alsın. Bizleri bu topraklarda bekleyen atalarımız var, bizlerden mezar başına gidip bir FATİHA okumamızı bekliyorlar, bunu çok görmeyiniz.
Oya CANBAZOĞLU: (Müzik ve Bulgaristan’dan fotograflar, Karlovo, Köstendil, Sofya, Plovdiv, Şumnu, Balçık.)
Atalarımız Balkanlara insanlık tarihinin birçok şaheserini bırakmıştır.
Bulgaristan’da kalan 2 binden fazla cami ve medresenin hiç biri birbirine benzemeyen birer numune eserlerdir. Osmanlı Beylerinden Karlı Bey 15. asrın ortalarında Meriç Boyundan “Soğuk Su” (Stryama) ırmağı boyunca kuzeye yönelmiş. Aylardan Mayısmış. Dorukları kar şapkalı, eteklerinde akasya ve ıhlamur baharı, kanatları bal yüklü arıların bayram ettiği bu diyara gönül vermiş.
Yola çıkmadan 5 kuzu kestirmiş. Balkan’dan yan yana ama deli dolu inen suların kenarına kuzular asılmış. Dönüşte 7 gün sonra hangisi kokuşmamışsa, şehri oraya kurdurmuş.
Köprüler gerilmiş. Uçuruma – şelaleye bakan bele çardaklı evler dizilmiş. Sedir, kestane ve ceviz ağaçlarının göğe en fazla yaklaştığı yere, göz kamaştıran güzellikte, bir Allahın Evini kurmuşlar. Yıl 1475. Adı “Kurşun Cami”. Kuşaklarında getirdikleri çubukları dikmişler, gül bahçeleri çevrelemiş camiyi. Karlıova olarak ünlenen şehirde hayır işleri hep bu camide görülmüş.
Okumak isteyen çocuklara “Adın ne?” diye sormadan göndermişler okullara. Komitacı Levski’ye Müze Evi yapılırken bile, “hemşerimizdir” deyip, harcına altın dökmüşler. Geleceğin pusu kurduğunu hiç düşünmemişler. 70 yıldan beri “Kurşun Cami” kapısı ibadete ve ziyarete kapalı. Ezanların sesi kesilen bu şehirde Türk evleri birer ikişer boşalmaya başlamış. Burada kırmızı güller sahiplerini arıyor. Akasya ve ıhlamur kokusuna hayran gönül kalmamış. Arılar eskisi gibi uçuşmuyor. Arı su içer bal akıtır; Yılan su içer zehir akıtır.
Karlıova şimdi KARLOVO Camisi sahiplerine iade edilsin davası 20 sene sürdü. Çıktı, şimdi de uygulama yolu kesildi. İbadet hakkı eli sopalı ruhu bozukların saldırına uğradı. Müslümanlar da ayaklandı. Allaha inancın kurşuna dizildiği bir ülkede ne adaletten, ne hukuktan, ne saygıdan, ne de insanlıktan söz edilemez. Bahar geldi Bulgaristan’a diyemeyiz, çünkü cemre ne havada titredi, ne suya ne de toprağa düştü.
Oya CANBAZOĞLU: (Köstendil, müzik, video, Fatih Sultan Camii)
Kısa bilgi: Osmanlı döneminin en seçkin mimari eserlerinden olan, 1530–1531 yıllarında inşa edilmiş Fatih Sultan Mehmet Camii Kuzey Batı Bulgaristan’ın Makedonya sınırı yakınlarında Köstendil şehrinde bulunuyor. Bulgar topraklarında Osmanlı mimari eser mirasının en nadide örneklerinden biridir. Sözüm ona “Soya Dönüş Süreci” (1984–1989) öncesine kadar burası ibadete açıktı. Şehirdeki Türklüğün son, dimdik duran, canlı kalelerinden biri olan İzzettin Ali, son imamın oğlu. O, kubbelerden 20 ton kurşun kaplaması gece gece patır patır sökülüp hurdaya satılmış, polisler olaya seyirci kalmış, kilimler toplanıp yakılmış, minderler didik didik edilişmiş, cami içinde gömü arayanlar gece kazılarına, altın arıyoruz gerekçesiyle duvarlardan taşların sökülüşüne tanık yok. Yılların çilesine dayanamayan saçı sakalı ağırmış, şehirdeki son Türklerden biri olan İzzetin Ali, sesi hüzünlü anlatıyor:
“Bu kış kuzey rüzgârları sert esti, minarenin tenekelerini kopardı. 112’ye telefon edenler olmuş, Acil Servis geldi. Minareye çıkamadılar. Tehlikeli, yıkılacak, diyorlar. Tadil-tadilat yapılmıyor. Bekliyoruz. Küstendil Fatih Sultan Camii 500 yıl sonra FATİHİNİ BEKLİYOR. Türklerin, Pomakların ve Müslüman Milletin gözleri Büyük Önder Sayın Recep Tayyip Erdoğan’da. Hepimiz ümitle yaşıyoruz. Dua ediyoruz”.
Köstendil bir yol kavşağı, Müslümanların uğrak yeri, Kosova’dan, Makedonya’dan geliyorlar, Bosna’dan gelenler var. Şehrin tam merkezinde, secdeye kapanıp dua ediyorlar. Farklı mimari süslere sahip minaresine bakıp üzülüyorlar. Bu İslam ve Türklük kalesini Müslümanlığı Balkan halklarının ortak şaheseri olarak yaşatmak istiyor.
Oya CANBAZOĞLU: Aldığım son bilgilere göre Razgrad’daki Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Pargalı Damat İbrahim Paşa Cami’nin onarım işleri de belirsiz bir halde bulunuyormuş:
(Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Pargalı Damat İbrahim Paşa Camii’nden fotoğraflar gösterilir) http://dunyacamileri.blogspot.com.tr/2011/08/ibrahim-pasa-camii-razgrad-bulgaristan.html
Rafet Ulutürk: Çatısı akıyordu. Son seçimde 120 bin Deliormanlı Türk seçmen GERB partisine oy verince, onların doğal lideri olan Sayın Güney Hüsmen Razgrad Valisi atandı. Biliyorsunuz seçimler geçen yılın 26 Martında yapılmıştı. Hemen ardından şehrin tam merkezinde bulunan 402 yıllık Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Pargalı Damatİbrahim Paşa Cami’de çatı onarımı başladı. “Hürrem Sultan” gibi filmlerden sonra ününe ün katan tarihi Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Pargalı Damat İbrahim Paşa simasını herkes öğrendi, sevdi, camiye olan ilgi birden arttı. Deliorman’ın eski adı Orman Denizi’dir.
Razgrad’ın eski adı ise Hazargrat’tır. Yerli halk son dönemde Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Pargalı Damat İbrahim Paşa Camii’nin neden tam da bu yere yapıldığını öğrendi. Bulgaristan Bilimler Akademisinden Lübomir Mikov uzun bir araştırmadan sonra “Razgrad’da İbrahim Paşa Cami ve İbrahim Paşa’nın Razgrad’daki Camisi” başlıklı bir kitap yazdı. (Kitabın sonundaki ekte 50–60 fotoğraf ve resim var) Bu şehirdeki “İskender Bey Camii”, “Mustafa Çelebi Camii”, “Behrem Bey Camii”, Üç Kurnali Mahallesi Camii” ve Saat Kulesi hakkında da bilgi verilen 200 sayfalık eserinde Mikov, Razgrad’da 2 Pargalı İbrahim Paşa Camii olduğunu, fakat birisinin henüz esaslandırılamayan nedenlerle 17. yüzyılda yıkıldığını anlatıyor. Ayakta olan camii Pargali İbrahim Paşa vakfı tarafından inşa edilmiştir. Şumnu’daki Tombul Cami ile birlikte 600 yıldan beri Deliorman’da Türklüğe nefes aldıran en önemli kaleler olarak bugün de ayaktadır.
Oya CANBAZOĞLU: (Pargali cami fotoğrafları)
1927 yılından beri Pargalı İbrahim Paşa Camii müze hüviyetindedir. Bu durum hala değişmemiştir. Son dönemde Vejdi Raşidov 2 defa Kültür Bakanı olmuş olsa da, eski durum korunmuştur. Bulgaristan Kültür Bakanlığı nezrindeki bölge tarih müzesine bağlı caminin restoreden sonra cami olarak açılıp açılmayacağı da belirsizliğini koruyor. Pargalı İbrahim Paşa Camii ile Sofya’daki “Büyük Camii” Kültür Bakanlığının elinden alınmalı ve kapılarını ibadete açmalıdır. Önce bu yapılmadan Bulgaristan’ın Balkanların manevi merkezi olma hayali asla gerçekleşemez.”
Oya CANBAZOĞLU: Onarımı tamamlanmış camiler var mı?
Rafet Ulutürk: Sofya’daki “Banyabaşı Camii”, Filibe’deki “Muradiye Camii” ile Kırcali’ye bağlı Podkova – Nalbantlar “Yedi Kızlar” camileri ve bazı başka eserlere el atıldı.
Oya CANBAZOĞLU: Metin okuyan: (Yedi kızlar camii videolar)
“Yedi Kızlar Camii” 1428’de inşa edilmiştir. İsmini de, sevdikleri askere giden ve dönmeyen yerli yedi kızın çeyizlerini satarak yaptırmasından almıştır. Çivi çakılmadan yapılmış bir yüksek mimari eserdir. Güney Doğu ve Batı Rodoplara açılan yol kavşağında ve ırmak boyunda inşa edilmiş olması ve güzide minaresiyle ünlü olan, bu Allah mekanı hiçbir dönemde cemaatsiz kalmamıştır. Yasakların en şiddetli olduğu dönemlerde, Bulgaristan Türk azınlığı milli ve dini aidiyetini bu mabetlerde koruyabilmiştir. Kimliğini yaşatırken köklerine dönmüş ve sığınmıştır. İnsanlarımız camilerimize ilgili ve kenetlidir. Aynı sözleri soydaşlarımız için de söyleyebilirim. Cami törenlerine, mevlitlerimize İstanbul ve Bursa’dan yoğun katılım oluyor. Kısacası, Camiler, mescitler, türbeler Bulgaristan Türklerinin Müslümanlık ve Türklük tapusudur.
Oya CANBAZOĞLU: Benzer örnekler başka bölgelerde de var mıdır?
Rafet Ulutürk: Bizi fazlasıyla inciten bir örnek de Karadeniz kentimiz Balçık’ta var.
Oya CANBAZOĞLU: (müzik, deniz, video ve fotoğraflar – Balçık., Dobruca videoları)
“Kumasalın tam önünde, asırlık çınarların ve çiçeklerle bezenmiş zümrüt yeşil bir parkın içinde birbirine yapışmış bir cami ve kilise… Bu emsalsiz tarihsel eser de müze olarak kullanılıyor. Öykülenmiş…
Bu evin yarısının cami olduğunu ele veren çatısındaki minare ve yan yana dizilmiş taş koltukların birindeki ay yıldızlı kabartmadır. Burası aslında Romanya Kraliçesi’nin “Tenha Yuva” adlı yazlığı! Kraliçe Marie’nin sarayı olarak bilinir. Mariye bir Türk denizciye aşık olmuş, koca Avrupa’da eşine rastlanmayan bu şaheseri yaratmış, kavuşamayınca kalbinin buraya gömülmesini vasiyet etmiştir. Ancak yıllar sonra kalbinin gömülü olduğu özel mezar Bükreş’e götürülmüş ve orada vücutla birleştirilmiştir. Yazlık Saray’da camiye yapıştırılmış bir de kilise var “Stella Maris” 1929’da inşa edilmiş. Ustalar bu kiliseyi Kıbrıs Magosa’daki bir cami-kilisenin ikizinden kopyalamışlardır.
Balçık, 1913’te Romanya’nın toprağı olmuş ve 1940’ta yine Bulgaristan’a geçmiştir. Kilise-camii 1987’den beri kültür anıtı olarak kullanılıyor. Ne var ki, Kilise tarafı onarılmış, cami tamir edilmemiş, duvarların sıvası dökülmüş, kiremitler çatlamış, oluklar dökülmüştür. Ayrımcılığın bu kadarı artık fazla…
Balçık yöresi Dobruca’nın çevre köylerinde Türklük tüten yerdir. Köylüler Kraliçe Marie öyküsünü biliyor. “Denizciye gönül mü verilir” deyip, defteri kapıyorlar. “Kuma baksana, kumda iz yok” diyenler var. Yakan sevdanın tek taraflı olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten burası Kuzey Karadeniz, doğası koyu yeşil, renkler net, dalgalar ve taşıdıkları köpük halı geniş, sahil taşlık ve hiçbir yerde hiçbir iz yok. Ne ki, bu anlatılanların tam da efsanedeki gibi olmasını isteyenler git gide çoğalıyor. Mariye zamanında olduğu gibi şimdi de aşkın sonunun nasıl olacağını kestirmek mümkün olmayanların sevilen kahramanıdır. Burada da her an doğa değişiyor. Değiştikçe de yeni umutlar doğuyor.”
Oya CANBAZOĞLU: Rafet Bey, bizde balık baştan kokar derler, burada balık baştan kuyruğa kokuşmuş bir durum var. İzlenim bu. Osmanlıdan kalan 2 binden fazla camiden yalnızca 5-6’sını görüntülediniz, hüzünlü bir tablo, beliren ya da sezilen çözüm alternatifleri var mı?
Rafet Ulutürk: Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı (TİKA) bizde de aktif bir kurum olarak çalışamıyor. Bulgar devleti buna hala izin vermiyor. Her şeye rağmen Türkiye Bulgaristan’da kendini hissettiriyor. Çekiç ve keser sesleriyle hiç kimseyi rahatsız etmeden, yaratıcı bir yaklaşım ve geleneksel bir ustalıkla Osmanlıyı uyandırıyor. Bulgaristan Müslümanları çakılacak her çiviye çekiç vurmaya hazır, camilerin hepsinden birden ezan sesi işitmek istiyorlar. Memlekette toplumun baştanbaşa ve dipten tepeye değişip yenileceğine inanıyorlar. Tabi bunları yaparken insan yetiştirmeyi de unutmamalıyız, çünkü insanın olmadığı bir yerde hayat yok demektir.
Oya CANBAZOĞLU: “genel Bulgaristan videoları, şehirler, dağlar ovalar)
“Bulgaristan Türkleri son 30 yıldan beri çocuklarına “”hak”, “özgürlük”, “adalet” ve “demokrasi” sözleri ezberletiyor. Demokratik Bulgaristan davasının en büyük demircilerinin Türkler, Müslümanlar olduğuna herkes inanmış. Tamamlanamayan dönüşümleri başlatan onlar. Bulgaristan toprağında devlet kurma istidadına sahip iki millet var. Türklerle Bulgarlar. Ne var ki son yıllarda Bulgaristan toplumu çok ciddi bir stres yaşıyor: Bulgarlarda kendi geleceklerine ilgi yok!!! Gençler pasif. Gözleri dışarıda. Ucuz uçak biletine bakıyorlar. Ne diyorsunuz:
Rafet ULUTÜRK: Bulgarlar övünmeyi seven bir millet. Şan şerefi sadece kendi geçmişlerinde arıyorlar.
Bugünümüze ilişkin olan kamuoyu tartışmalarının daha fazlası yakın ve uzak geçmiş üstünedir. Bu tartışmalar henüz TV stüdyolarına taşınmadı. Çünkü alevlendikçe toplumun yeni parçalanmalarına neden yaratıyor. Oysa Bulgar toplumu zaten gereğinden fazla parçalanmış durumda ve durmadan dalgalanıyor. Bazı günler sabah % 60’ı Batıcı, öğleden sonra bakmışsın % 80’ni Moskovacı. Avrupa Konseyi dönem Başkanlığının Sofya’da yapılması durumu pek etkileyemiyor.
Bulgaristan’da, GEÇMİŞLE GELECEĞİMİZ arasında bir bölünmüşlük, derin bir kopukluk var. Bu gerçek, kazıbilimciler ve gelecek bilimciler arasındaki didişme ve kavgadan çok daha derin bir şey. Geçmişten çıkan malzemeyle gelecek bina edilemiyor. Toplumun tarihsel geçmişinden yalnız peşin hükümler seçiliyor, klişeler kullanılmak isteniyor ki, bunlar toplumu daha da parçalıyor, tarihten geleceğin ortak olacağı ruhu doğmuyor. Oysa geçmiş ortaktı. Bu kabul edilmedikçe ortak gelecek kurulamaz. Tarih, hele ülkede yaşayan azınlıklar konusunda yalan yanlış iddialardan arınmadıkça, ortak bir gelecek parlayamaz.
Kazıbilimciler ile geçmişi eşeleyen siyasetçiler, Bulgaristan’daki Türklerle ilgili “93 harbinden” derine inmek istemiyorlar. Onlar için Bulgaristan Türkleri “Plevne Savaşının” yetim evlatlarıdır. Bulgar’a emanet edilmişler sanki. Osmanlıda yaratılan, şair Naim Bakov’un “Hoşgörüden yararlanan yağmacılar” dedikleri Türklere miras kalan her şeyi bizim olmaktan çıkardı ve onların oldu. Müslümanlar, ucu sınır dışına çıkan bir karanlığa itildi.
Maddelerinde Türklerin adları geçmeyen 1879 Tırnova Anayasası onlara “eşit haklı vatandaş” olabilirsiniz, dedi ama arkasını getirmedi. Birlikte yaşamanın ve ortak bir devlet kurmanın yolları aranacağına “siz bizi 500 sene ezdiniz” dediler. Değer yargıları yer değiştirdi. Osmanlıdan kopanlar “Türklerden kurtulduk” havasına girdi. Sonra da “kurtarıcı Rus’un” bu işi hayrına yapmadığı, “Türklerle birlikte onları da esir edip köleleştirmek istediği” anlaşıldı amma geç olmuştu. Artık Kurtuluşlarından utanıyorlar. Değişen kurtarıcıların kâh birini kâh ötekini övüyorlar.
Mağrurluk aranan zamanda yaşıyoruz. Milli duyarlılığın çöktüğü bir ortamda, ulusal kimliğin derin bunalımı içinde iftihar edilecek kırıntılar bile bulunamıyor. Dipte pes etme durumu Bulgaristan’da daha önce de yaşanmıştı. 3 Mart 1878’de Yeşilköy’de masaya davet edilmedikleri gibi Sözleşmede “Bulgar” ve “Bulgaristan” sözleri yer almadı. Büyük bekleyişe karşın Berlin Konferansı’na da davet edilmediler.
Özgürlüğü “kurtarıcının” gölgesinde arayacaklardı.
Bulgaristan’ı kim ve neden kurtardı tartışması 140 yıldır kızışıyor.
3 Mart’ın iftihar edilecek bir tarih olmadığını anlamayan kalmadı. Milli bayram günü toplumu param parça ediyor, “Kurtarıcı” Şipka tepesinde lanetleniyor.
“Sizi biz kurtardık” hatırlatmasını yenilemek için özel olarak gelen Moskova Baş Piskoposu Kiril, bu defa Cumhurbaşkanı Radev’e gözdağı verdi. Başbakan Borisov resmi törene gitmedi. Halk bu bayrama anlam veremediği için yeni Milli Bayram günü istiyor. Demokratik Kamuoyu bir dünya egemeninden kopup diğerine bağlanma övgülerini 21. yüzyıl köleliği olarak kabul ediyor.
Bulgar kibri Birinci Dünya Savaşından sonra da sönmüştü. İftihar edilecek hiç bir şey kalmamıştı. Köylülere sabanı nadasa saplatan, toprağa tohum saçtıran ve orakçılara koumalarını bileten büyük önder, Çiftçi lideri Aleksandır Stanboliyski katledilince halkın ruhu yeniden kırılmıştı. O ağır açlık yıllarında Bulgarların bir halk ve devlet olarak birleşmesi olanaklıdır fikri tartışıldı. Bu birleşmenin ancak azınlıklarla birlikte olanaklı olabileceği sonucuna varıldı. Toplumun sosyal dokusunda azınlık renkleri işlenecekti. Bir daha bütünleşemeyecek şekilde dağılmış olan Bulgar ruhunun azınlıklarla birleşince yeniden uyanabileceğine inananlar artmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşundan ve devletin ilk başarılarından ilham alan Bulgaristan Türkleri Birinci Türk Milli Kongresine yelken açmışlardı. İki Büyük Savaşın arasında 2 askeri darbe ve 3 ayaklanma yaşadı Bulgaristan. Toplumda denge bozulmuş, diyalog kesilmişti.
Atalarımız o ağır yıllarda Bulgar milletinin yeni tarihin kolay uyuyan, kolay aldatılabilen, fakat zor uyanan bir kundak çocuğu olduğuna inanmış ve yardım eli uzatmıştı. Ne yazık ki, onlar bu meme çocuğunun kendi ana sütünden fazla sütanneden emmek istediğini görememişlerdi. Bu sütannesinin Rusya ya da Batı olması çocuğu rahatsız etmiyordu. 37 yaşına kadar emen bir Çin Kralı gibi Bulgar devleti de 140 yaşına girdi ama yabancı memeden vazgeçemedi. Dıştan gelen her şey haramdır deyip azınlıkların akrabalık bağlarını dahi koparırken, kendisi güçlendi ve hırçınlaştı.
Bundan dolayıdır ki, Osmanlı döneminden sonra Bulgaristan Türkleri hiçbir dönem Bulgarlarla aynı zamanda uyumadılar. Su uyur düşman uyumaz bilinciyle, hep kuşku duydular. Birlikte olmak için Bulgarların tek ulus tek devlet ülkü ve rejim anlayışından vazgeçip tüm vatandaşların kabul ettiği bir değer sisteminde, kollektif bir irade ile güçlü bir inançta buluşmaları şarttı. Ne yazık ki, tarihinin büyük bir kısmı uykuda geçen Bulgar’ın Türkler, Müslümanlar, İslam dini ve uygarlığı kâbuslu rüyası devam ediyor.
Hayat öyle bir şey ki, düşe kalka çocuğun etrafında birleşenler ancak ona yardım etmek için oradadır. Gelişmeler minnettarlık duygusu olmayana yardım etmekten kötülük doğar dersini çıkartı. Çünkü her şeyi yanlış yapan, fakat kendi doğruluğuna yüzde yüz inananlardan ancak amansız düşmanlık doğar. 20. yüzyılda ve günümüzde Bulgarlara en yakın olan topluluk Türklerdir. Bulgaristan Müslümanlarının 20. yüzyılda yaşadığı derin acının kökünde onların ruhunda olan kardeşçe yakınlaşıp yardımlaşma çabalarımızda, yani kendimizde aramalıyız. Kendi içinde de huzur sağlamayı başaramayan bu toplumun Çarlık dönemi tarih dolabında elinde parlarken iftihar edebileceği hiçbir şeyi maalesef yoktur.
Oya CANBAZOĞLU: Bulgaristan’da sosyalizm ağacı neden meyve vermeden kurudu?
Rafet ULUTÜRK: Bu sorunun tek bir yanıtı var: Çünkü sosyalizm yıllarında yaşayanlar faşizm döneminde doğmuşlardı. 1944–1949 yılları arasında sosyalizm fidanı dikilirken köküne su değil, 10 bin kişinin kanı döküldü. Toprağı Rus çizmesiyle çiğnendi.156 bin kişinin toplama kamplarından geçmesi, birçoklarının geri dönmemesi. Büyük Savaş yıllarında Türklerin araçsız göç etmesi. Büyük sayıda kurban alan sözüm ona “soya dönüş süreci” zulüm ortamında toplumun kanının donması. 20 bin Yahudi ve Romen’in gaz kamaralı “Treplika” kampına gönderilişinin unutulmayan acısı. 48 bin Yahudi’nin Bulgaristan’ı terk etmesi, bugün 3 milyondan fazla vatandaşımızın ekmek teknesini sırtlayıp gurbeti seçmesi, düşünenleri düşündürmelidir. Bir toplum için en büyük tehlike düşünenlerin düşünemez duruma gelmesidir. Fikir üretiminin durması ve toplumun et yığınına dönüşmesidir. Tablo budur.
Sosyalizm yıllarında doğan ve artık 40 yaşlarındaki, yani olgunluk çağını yaşayan kuşak boş bir sahnede ölü ışıklı bir lamba rolü görüyor. % 40 okul görememiş, % 60’ı okuduğunu anlayamayan, % 80’ni ise “debil” – yani takatsiz olan bir toplumda, her kafadan bir fikir çıkan ve kaynadıkça kaynayan bir yaratıcı ortam yaratmak olanaklı olamaz. Avrupa doldursun ve biz de nemalanalım bekleyişi boşunadır. Çünkü Avrupa bu defa hiçbir şeye gebe değildir. Üstelik olmuş olsa bile, Türklerin ve Pomaklarla Çingenelerin de bu yaratıcı ortama kabul edilmesi tamamen imkânsız görünüyor. 1000 adet Çingene doktor ile 1000 adet mühendis yaratmakla toplumsal buluşma ve kaynaşma sorununu çözmeyi düşünenlerin seçeneği de yanlıştır. Balık çiftliğinde birkaç balık semizletmekle, deniz suyunun değişeceğine ve balıkların irileştiğine kimseyi inandıramazsıbız. Çingeneler getto-mahallelerde, Türkler ve Pomaklarsa atalarından kalan köylerde, aynı dere ve tepelerin arasında yaşamaya devam ediyorlar.
Toplumsal diyalog başlayamıyor. Azınlıklarla Bulgar ulusu arasındaki temas kanalları kapalıdır. Çocuklarına 70 yıldan beri devlet anaokulunda ders görme hakkı tanınmayan azıklıklar yeni yalan işitmek istemiyor. Sosyalizmdeydi o, kötü şartlarda yaşarken ve ağır koşullarda çalışırken aydınlık kapısının açılacağını ve bir adım ötedeki cennete geçmeyi hayal etmek. Bugün hayal gücünü yitiren yalnız azınlıklar değil, genç kuşak da rüyalara dalmak istemiyor.
Siyasi alanda köklü sistem değişikliği isteyenler 16 Kasım 2016 ’da halk oylamasına katıldılar. 2.5 milyon kişi politik sistemin değişmesini, seçimlerde parti listelerindeki adaylara son verilmesini, halkın göstereceği adaylara majoriter oy verilmesinde birleştiler. Seçimlerin zorunlu olmasını, oy veren seçmen için partilere bütçeden para ödenmesine son verilmesinde kesin ısrar ettiler. Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki seçmenlerin oy verme ve yüzde yüz katılımını sağlamak için dış ülkelerdeki vatandaşların genel seçimlere posta ile oy vererek katılmalarını Büyük Elçiliklere giderek anlattılar. Bugün artık memlekette kalan seçmenlerin dış ülkelerdekilerden daha az olduğunu herkes kabul ediyor.
Bulgaristan Türklerinin siyasi yaşamdaki rollerinin arttırılması için ruhlarını satarak Sofya meclisine giren milletvekillerinden kurtulması gerekiyor. Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), Özgürlük, Hoşgörü ve Sorumluluk için Demokrasi (DOST) ve (Halkın Hürriyet ve Demokrasi Partisi (HHDP) gibi Bulgaristan Müslümanlarını temsil ettiklerini ifade eden siyasi kuruluşlar, Türklerin hak ve özgürlük, adalet ve demokrasi ve Türk kimliği ile yaşama davasını engellemek için görev başındadır. Bu partilerin üçünün de programında “Türk kimliğini yaşatma”, “kültürel otonomi” Bulgaristan’ın imzaladığı uluslar arası insan hakları, azınlık hakları antlaşmalarının kusursuz imzalanması cümleleri yoktur. Bu üç partinin siyaset sahnesine çıkalıdan beri Bulgaristan Türklerinin siyasi, ekonomik, kültürel, sosyal, eğitim ve sağlık haklarında hiçbir edinim elde edilememiş, durum daha da kötüleşmiş ve hayat yaşanmaz hale gelmiştir.
Sözde Türk partileri, Bulgaristan Türklerinin kimlik davasından ödün vere vere onları zayıf düşürmeyi başarmış ve tek uluslu, bir tek Bulgar dili konuşulan, Bulgar kültürü yaşatılan, yeni sosyal ve ekonomik haklar elde etme davasının yolları tıkalı, faşizme yelken açan milliyetçi bir rejime karşı göğüs germe güçleri azalmış ve tükenmek üzere olan bir duruma gelmiştir. Bu partiler ancak kendi çıkarları peşinde koşan bir siyasi zümre tarafından yönetilirken, halkın menfaatleri tamamen unutulmuştur.
2018 itibarıyla bütün sorunların başında bugün de kadro sorunu geliyor. Eğitim sorunları geliyor. Türkiye’deki yakınlarımızla daha sıkı kaynaşıp birlik olmamız gerekiyor. Türk Kimliğimizle yücelmemiz geliyor. Her yıl en az bin evladımızı meslek okullarına ve üniversitelere yerleştirme davamız geliyor.
2019’da yerel seçimlerden ve Avrupa Birliği parlamentosu seçimlerinden önce bu yılın güz aylarında yapılması öngörülen erken genel seçimlerde buluşmamız zorunlu olmuştur. Sofya meclisindeki oranları değiştirmeliyiz.
Şu iyi bilinmelidir. Bulgaristan Türklerinin parçalanması Bulgaristan’ın çökmesinin hızlanması anlamına geliyor. Bulgarlarla diyalog kurarak anlaşarak haklarımızı elde etmemizin ve toplumu dönüştürebilmemizin yolu birlik ve güçlü olmamızda düğümlüdür. Doğansız, Mestansız ve Dalsız bir Ulusal Konferansa yelken açmalıyız. Bulgaristan Türklerinin ilk birleşmesi Birinci Milli Kurultay’da olmuştu. Şimdiki 3 siyasi parti dışında 2. Milli Türk Kurultayını toplayıp birleşmemizin yol haritasını kabul etmeliyiz. Bu kurultaya 30 yıl davamıza yerinde saydıran siyasetçilerden hiç biri katılmayacak, genç kuşak siyasete davet edilecek ve öncelikli olacaktır.
Öncelikle kökenlerimin sorunları, sonrasında sevgili yeğenim Oya’ nın başarılı çalışmalarıyla sizi takip etmekten hoşlanıyorum..Kendi yaşam sorunlarımızla göz ardı ettiğimiz bu konular da aydınlanmamızı sağlıyorsunuz..Takibe devam diyorum…