BULTÜRK GENEL MERKEZ
https://www.google.com/maps/place//data=!4m2!3m1!1s0x14cab07003704c53:0x1e90f2e7af92e7d1?source=g.page.share
Asil Üyeler
1. HAYATİ DURMAZ
2. AHMET ÇOLAK 3. MESUT UĞURLU |
1. METİN KARAN
2. İLHAN KADIOĞLU 3. EROL KETENCİ |
_____________________________________________
Türk Birliği ve Atatürk
Öncelikle nedir bu Türk Birliği diyelim? Türk Birliği kavramının dahi birçok Türk tarafından bilinmediğini acı ve üzüntü içinde bildirmeliyim. Türk Birliği dediğimizde kast şudur:
Bağımsız Türk Devletleri arasında kurulacak, Avrupa Birliği benzeri ancak Türk milletine özgü bir birlikten bahsediyoruz. Günümüz dünyasında gücün yolu birlikten geçmektedir. Zamanında Osmanlı’nın yıkılma sebeplerinden biriside artık imparatorluk düzeninin yerini milliyetçiliğe, milletlerin bağımsızlığına bırakmasıdır. Bu tüm dünyada gerçekleşen sosyolojik bir devrimdir. Bu düşüncemi de burada ilk kez açıklamış olayım. Şimdilerde ise dediğim gibi güç olmanın yolu artık birlikten geçmektedir. Bunu kavrayabilen ülkeler birliklerini kurmakta gecikmemişlerdir. Arap Birliği, Avrupa Birliği gibi.
Bakınız Türk ülkelerinin etrafında gerçekten de bloklar vardır. Batımızda Avrupa Birliği, kuzeyimizde Rusya imparatorluğu, doğumuzda Çin imparatorluğu, güneyimizde ise ABD-İngiltere imparatorluğu. Bunlardan bazıları kurulmuş bazıları ise kurulma aşamasındadır. Tüm bunların ortasında ise Türk cumhuriyetleri vardır. Bu gün dünyada yaklaşık 300 milyon Türk yaşamaktadır. Bu çoğunluğun birliğini henüz kuramamış olması ne kadarda acıdır.
Başta Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk devletleri arasında ekonomik, kültürel, dış siyaset gibi konularda kurulacak “Türk Birliği” hiç şüphesiz Türk devlet ve milletlerinin %100 yararına olacak, Türk’ün dünya üzerinde “GÜNEŞ GİBİ DOĞMASINA” vesile olacaktır. Böylece dünya yeni, olumlu bir dengeye ulaşacak, birliğimizi tamamladığımızdan ötürü diğer birliklerin yemi olma derdinden de kurtulmuş olunacaktır. Türk milletleri birbirleriyle kaynaşacak, özlerine dönecek, birlikten doğan güç ile de ekonomi, politika, askeriye gibi birçok alanda büyük atılımlar yaşayacaktır.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve onun milliyetçilik anlayışı ne yazık ki yeteri kadar bilinmemekte bilakis unutturulmaya çalışılmaktadır! Başbuğ Mavi Bozkurt Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı o dönemlerin tabiriyle “Dıştaki Türklere” karşı ilgisiz kalan bir anlayış değildi. Tam aksine Türk Tarihi üzerine ve Türk milletine (dikkat edin Türkiye milletine değil) hayatını bahşetmiş Ulu Önder, Türk milleti dediğinde istisnalar hariç şüphesiz ki tüm dünyadaki Türkleri kastediyordu. Atatürk’ün henüz yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde Türk Dünyası ile olan ilişkileri olumlu yönde ilerletmeye çalışmıştır.
Bu makalenin taşıdığı mesajın benimsenebilmesi açısından yazımın bu bölümünde sizlere Mavi Bozkurt Atatürk ile ilgili bir anıyı aktarmak istiyorum.
1933 yılının 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet’in 10.yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı’nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar, Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker’i kastederek “Bizimkiler nerede?” diye sorar, Tevfik Rüştü Aras (Atatürk’ün dış işleri bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler. Hep beraber Ziraat Bankası’nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır, Atatürk gelince herkes alkışlar, “Yaşa Gazi Paşam” şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularını sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar:
-Gazi paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler fakat, yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler.. Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de milletlerin babadan oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok! Bunu bize açıklar mısınız Gazi hazretleri?
Atatürk bu soruya şöyle cevap verir:
-Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır!
Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devlet tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır!
Nasıl bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız.. Ben devlet başkanıyım! Sorumluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.
Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:
–Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?
-Evet paşam.
–O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, onu da görüyor musun?
-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri.
-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam!
Düşün bir kere.. Osmanlı imparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar.. Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı?.. Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar. Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler… Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! “Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır.” Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli..Tarih bağı kurmamız lazım..Folklor bağı kurmamız lazım.. Dil bağı kurmamız lazım..
Bunları kim yapacak? Elbette biz..Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri”, “Tarih Encümenleri” kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız.Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli.. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler.Orada yaşayanlar da bizi bilmeli..
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabileceği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, Devletlerin ve Milletlerin derin düşünceleridir!
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok! Dil ile tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum.. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır! İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!
Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.
Olay İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmet Bayur tarafından doğrulanmıştır.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk yaklaşık 60 yıl öncesinden müthiş bir öngörü ile Sovyet Rusya’nın dağılacağını görüyor ve Türkiye’nin bu olay gerçekleştiği vakit oradaki Atatürk’ün kendi tabiriyle “dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz” e sahip çıkmamızı söylüyor..
Şimdi dikkat ediniz. Sovyet Rusya’dan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan eden devletleri inceleyelim:
Azerbeycan; 30 Ağustos 1991’de,
Kazakistan; 1991 yılında,
Kırgızistan; 21 Aralık 1991’de,
Özbekistan; 20 Haziran 1990’da egemenliğini, 1 Eylül 1991’de bağımsızlığını,
Türkmenistan; yine 1991 senesinde bağımsızlığını ilan etmiştir.
(Doğu Türkistan’ı buraya dahil etmedim ancak şüphesiz ki o da burada konu alınan Türk devletlerinden biridir ve söylenenler onun için de geçerlidir.)
Yani tam olarak bu özü bir, dili bir, inancı bir kardeşlerimiz Atatürk’ünde öngördüğü biçimde SSCB’den ayrılmışlardır. Ancak ne yazık ki yine Atatürk’ün dediği gibi biz onlara sahip çıkamamışız o dönemde!
Size burada üzüntü verici bir anıyı da aktarayım. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel Sovyet Rusya dağılıp da Türk Cumhuriyetler’i bağımsızlıklarına kavuşunca bakanlarını ve diğer devlet adamlarını toplar. Sorar: “Bu Türk Cumhuriyetler’i hakkında ne biliyorsunuz?” Devlet adamlarımızın hepsi başını öne eğer. Demirel gülümser ve “Üzülmeyin, ben de bir şey bilmiyorum..” der.. Türkiye Cumhuriyeti’nin en yetkili konumlarından birinde bulunan Süleyman Demirel diğer Türk Devletler’i hakkında hiçbir şey bilmemektedir.. Tabii diğer devlet adamlarımız da öyle.. Oysa Başbuğ Mavi Bozkurt Atatürk onlarca yıl öncesinden “hazırlanmalıyız” talimatını vermiştir.. Ancak görülüyor ki biz Türkiye Cumhuriyeti olarak buna hazırlanamamışız. Fikrimiz bile yokmuş. Eğer Atatürk’ün söylediği gibi o güne hazırlansaydık, kim bilir belki de şu anda en büyük güçlerden biriydik?
Peki sadece o dönem mi? Ben öyle düşünüyorum ki ondan önce de Türk Birliği’ne gerekli önem verilmemiştir. Yine ne Osmanlı döneminde ne de Atatürk’ten sonra Türkler hak ettiği yerde hiç olamadığı gibi Türk Birliği’ne doğru da adam akıllı adım atılmamıştır. Atatürk bu hali aşağıdaki cümleleriyle üzüntü ile belirtmiştir:
“Siyasi varlığımızın haricinde, başka ellerde, başka siyasi zümrelerde isteyerek veya istemeyerek mukadderat ortaklığı etmiş, bizimle dil,ırk,köken birliğine malik ve hatta yakın uzak tarih ve ahlak yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır..Bu hal, Türk milleti için elem verici bir hatıradır!…” (M.K. Atatürk)
Evet. Gerçekten de öyle. Az ötemizde aynı dili konuştuğumuz, aynı inanca sahip olduğumuz, aynı ırka sahip olduğumuz, aynı maziyi paylaştığımız ÖZ BE ÖZ KARDEŞLERİMİZ var ancak biz halen bir değiliz!
Bugün bir takım zihniyetler halen Avrupa Birliği sevdası peşinde! Avrupa Birliği’ne kötü demiyorum. Girilebilir, yararlı da olabilir. Ancak Avrupa Birliği’ne girilecek diye kendimizi onlara benzetmeye çalışmanın, onların dediklerinin adeta emir sayılmasının akıl alır bir yanı yoktur! Ayrıca Türk bünyesi bunu kabul de etmez, edemez!
Bakınız Atatürk’ün 1921 senesinde söylediği şu söz bu olaya açıklık getirmektedir:
“Asya için, Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır: Tam bağımsızlığımızı korumak!.. HER ŞEYİ TÜRK CEPHESİNDEN DEĞERLENDİRMEK!.. Bu, GERÇEKÇİ GÖRÜŞTÜR.” (M.K. Atatürk)
Ulu Önder’inde söylediği gibi dünya için bizim kanunumuz aynı olmalıdır. Avrupa için kanunlarımızı değiştirmenin, yeni kanun getirmenin bir manası yoktur! Dünya üzerindeki konjonktürü Türk cephesinden değerlendirip ona göre hareket etmeliyiz! İşte bu “gerçekçi görüştür!”
Yine 6 Mart 1922 tarihli Atatürk’ün aşağıdaki cümlelerine dikkat verelim:
“Efendiler! Bir şeyin zararıyla, bir şeyin imhasıyla yükselen şeyler, bittabi; o şeyden zarara uğrayanı alçaltır. Hakikaten Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye (Osmanlıyı kastediyor olmalı) tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka AVRUPA’DAN NASİHAT ALMAK, BÜTÜN İŞLERİ AVRUPA’NIN EMELLERİNE GÖRE YAPMAK, BÜTÜN DERSLERİ AVRUPA’DAN ALMAK gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki HANGİ İSTİKLAL VARDIR Kİ ECNEBİLERİN NASİHATLERİYLE, ECNEBİLERİN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN? TARİH, BÖYLE BİR HADİSEYİ KAYDETMEMİŞTİR !! “ (M.K. Atatürk)
Başka söze gerek var mı? Bunları ben değil, Ulu Önder’imiz söylüyor. “HANGİ İSTİKLAL VARDIR Kİ ECNEBİLERİN NASİHATLERİYLE, ECNEBİLERİN PLANLARIYLA YÜKSELEBİLSİN? TARİH, BÖYLE BİR HADİSEYİ KAYDETMEMİŞTİR !!”
Bizim ne Avrupa’nın nasihatine ne de ecnebilerin planlarına ihtiyacımız yoktur! Birliğine de ihtiyacımız yoktur! Hiç şüphesiz Türk Milleti gelmiş geçmiş en büyük millettir. Bakınız, Atatürk bu konuda neler diyor:
“Evvela millete TARİH’ini, ASİL bir millete mensup bulunduğunu, BÜTÜN MEDENİYETLERİN ANASI olan ileri bir milletin çocukları olduğunu göstermeliyiz.” (M.K. ATATÜRK)
“Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine mahsus adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır..Hiç bir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır! Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir! Bunun neticesi, şüphesiz çok acıdır! (M.K. Atatürk)
Atatürk’ünde söylediği gibi taklitçiliğin sonu şüphesiz ki çok acı olacaktır. Bunun yerine Türk milleti sahte hayallerin peşinden koşacağı yere bir an evvel kendi yüksek benliğine ulaşmaya çalışmalıdır. Türkçülük düşüncesi şüphesiz ki bütün Türk milletinin tüm dertlerine derman olacak bir reçetedir. Sözlerimi doğrular nitelikteki Atatürk’ün aşağıdaki sözlerini aktarayım:
“Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve ilgisizlik göstermiş bir milletiz..Bunun zararlarını, fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız! (M.K. Atatürk)
“Türkçülük bir bayrak gibidir… Bu bayrağı vatanın her köşesinde durmadan dalgalandırmak, her Türk’ün ilk ve milli vazifesidir!..” (M.K. Atatürk)
Türk milleti hiç şüphesiz büyük bir millettir.Ezelden beri..
“TÜRK!.. Bu memleket dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine sahne oldu. Bu sahne 7000 YILLIK bir TÜRK BEŞİĞİ’dir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı..O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu.Sonra onlara alıştı..Onları tabiatın babası sandı, onların oğlu oldu..Bir gün o TABİAT ÇOCUĞU, tabiat oldu…Şimşek,yıldırım, GÜNEŞ oldu..TÜRK oldu!
TÜRK budur! Yıldırımdır! Kasırgadır!.. DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR..”(M.K.Atatürk)
Türk Birliği her Türk’ün hayal ettiği, gerçekleştirmek için çalışması gereken bir MİLLİ BİLİNÇTİR! Yukarıda anlattığım anısında Atatürk’ün de belirttiği gibi “bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.” Nitekim Atatürk’ün aşağıdaki sözleri Atatürk’ün Türk Birliği’ne verdiği önemin boyutunu apaçık ortaya sermektedir.
“-Şu kadarını belirtmeliyim ki, ben her şeyden evvel bir TÜRK MİLLİYETÇİSİ’yim! Böyle doğdum, böyle öleceğim! TÜRK BİRLİĞİ’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır!.. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım…” (M.K.Atatürk)
İnanıyorum ki Türk Birliği kurulduğu gün, Türk milleti yüksek medeni kabiliyetine yeniden ulaştığı gün bizler için büyük bir bayram olacaktır.
“Asla şüphem yoktur ki, TÜRKLÜĞÜN unutulmuş BÜYÜK MEDENİ VASFI ve MEDENİ KABİLİYETİ geleceğin yükselen medeniyet ufkunda yeni bir GÜNEŞ GİBİ DOĞACAKTIR!.. Bu söylediklerimin hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: BENİ HATIRLAYINIZ!..” (M.K.Atatürk)
Atatürk’ün bütün Türklerle ilgilendiği ve ona göre çalıştığını, diğer Türklere de aynı şeyi öğütlediğini aşağıdaki sözleri ile doğrulayalım:
“Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkum milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez.Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa edilmemelidir.Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir.Şuurlu ülkü demek, müspet ilme,ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir.O halde propagandalarda müspet usullere müracaat etmek şarttır.Hareketlerin imkan sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır.Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler.Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz.Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.BAYKAL ÖTESİNDEKİ YAKUT TÜRKLERİNİN DİL VE KÜLTÜRLERİNİ BİLE İHMAL ETMİYORUZ.” (M.K. Atatürk 12 Mayıs 1926)
Gerek makalenin başında aktardığım anısının gerekse devamındaki sözlerin Atatürk’e ait olmadığını iddia edenler de vardır. Ancak Yrd. Doç. Dr. Kantarcı’nın da dikkat çektiği üzere “26 Kasım 1930’da Samsun’da bir ortaokulun coğrafya dersinde Avrasya haritası başında, üzerinde Türk Dünyası’nın keskin çizgilerle gösterildiği haritada yanındaki öğrenci ile olan diyaloğunu gösteren ve o dönemde coğrafya kitaplarında kullanılan ancak Atatürk öldükten sonra kitaplardan kaldırılan bu muhteşem resim, Atatürk’ün 1933 yılındaki sözü ‘söyledi mi söylemedi mi?’ tartışmasını kesin olarak bitirmektedir..”
Atatürk’ün Türklük ve Türk Dünyası Hakkındaki Görüş ve Düşünceleri
Çağlar aşan fikirleriyle bugün dahi her sahada milletçe yolumuzu aydınlatmaya devam eden Mustafa Kemal Atatürk’ün bugüne kadar pek az bilimsel çalışmada konu edilmiş yönlerinden birisi de O’nun Türklük ve Türk Dünyası hakkındaki görüş ve düşünceleridir. Atatürk’ün bu husustaki fikirleri az çok bilinmektedir. Ancak bir kez daha hatırlatmakta fayda vardır ki Türklüğü ile her fırsatta iftihar ettiğini açıklayan Atatürk çok sevdiği Türk milletinin varlığındaki asil cevheri, özgür yaşama tutkusunu, sezerek memleketin ve milletin en kötü şartlarında dahi gözünü kırpmadan onun önüne düşmüştür. Atatürk işte bu yüzdendir ki en büyük Türk milliyetçisidir.
Atatürk’ün Türklüğü ile iftihar ettiğini belirten bütün sözleri buraya almak imkânsızdır. Ancak şu iki sözü yeterli olacaktır: “Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak Dünyaya gelmemdir.”[1] “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Atatürk bu sözlerini Kurtuluş Savaşı yılları ile Cumhuriyetin kuruluş yıllarında söylemiştir. Muhakkak ki dönemin siyasi şartları gereği açık bir şekilde olmasa da O bu sözleri ile yalnız Anadolu da yaşayan Türkleri değil, diğer Türk topluluklarını da kastetmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın en çetin yılları, 1920–1921 yılları, Türk milletinin ve Mustafa Kemal’in en zor geçen yılları olarak bilinir. Bir kere I. Dünya Savaşından yeni ve mağlup olarak çıkan, on yıllardır cepheden cepheye koşan Türk milletinin savaşacak takati tükenmektedir. Mustafa Kemal bu şartlar içerisinde vatan sınırlarını Misak-ı Milli olarak çizerken yalnız Anadolu Türklüğünün değil diğer Türkistan Türklerinin de geleceklerini düşünmektedir. Bunun en belirgin örneğini 1920 sonlarında ortak düşman İngilizlere karşı Sovyet Rusya ile bir ittifak kurmak amacıyla Moskova’ya gönderilen Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyetin Sovyetlerin ikiyüzlülüğü yüzünden Ankara’ya dönmek üzereyken T.B.M.M. hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa Ali Fuad Paşa’yı fevkaladeden elçi olarak Moskova’ya göndererek Sovyetler ile bu işbirliğini sağlamaya karar verirler. Gönderilecek olan heyetin üyelerinden birisi de İsmail Suphi Bey’dir. İsmail Suphi Bey bu heyet ile birlikte Moskova’ya gittikten bir süre sonra Orta Asya bölgesine gönderilir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey’in vazifesi, Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri istikametinde “Türkistan Milli Birliği” nin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.[2]
Yine 1921 senesinde Azerbaycan, Afganistan ve Sovyet Rusya sefaretlerinden sonra dördüncü olarak Buhara Cumhuriyeti’nin gönderdiği sefaret üzerine Mustafa Kemal 17 Ocak 1921’de Büyük Millet Meclisi’ne şöyle seslenmektedir: “Muhterem arkadaşlar! Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya Zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve bir de Kur’an-ı Kerim göndermişlerdir. Türk milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk milletine hediye ediyorum. Bu üç kılıçtan birini ben aldım. İkincisini Batı cephesi kumandanı olarak İsmet Paşa’ya verdim. Üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir’e giren kumandanın beline takılacaktır.”[3] Gerçekten Atatürk bu üçüncü kılıcı İzmir’e giren ilk süvari subayı Şeref Bey’e bizzat kendileri takmıştır. Bu olay birkaç açıdan büyük önem arz etmektedir. Birincisi Mustafa Kemal’in geleceği görüş, hedeflerine ulaşmadaki kendinden eminliğini göstermektedir. Memleketin sosyo-ekonomik olarak bitap olduğu bir dönemde dönemin Güneş Batmayan İmparatorluğu İngiltere desteğindeki Yunanistan’ın elinde bulunan İzmir’i ele geçirmeyi bir hayal olmaktan çıkarıp Türk milletinin önüne bir hedef olarak koymuştur. İkincisi ve konumuz açısında esas önemli olanı biraz da simgesel bir olaydır. Mustafa Kemal Türk milletinin şanlı zafer kitabının en önemli sayfalarından birisi olan İzmir’in yeniden ele geçirilmesinde başarılı olan subaya Türkistan diyarından gelen bir hediyeyi sunmuştur. Böylece savaş içerisindeki bir milletin büyük moral bulduğu bu zaferin kumandanını böyle bir hediye sunmak anlamlıdır. Bu kılıcın çok da maddi bir değeri olduğunu iddia etmek kaldı ki öyle bile olsa Mustafa Kemal Paşa tarafından o anlamıyla verildiğini düşünmek gerçekçi bir tutum değildir. Türk Dünyasına verilen önem İzmir’in kurtuluşu ile bir kez daha simgelenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk Birliği için takip ettiği politikadan ve Birlik düşüncelerinden daha sonraki yıllarda da vazgeçmemiştir. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türk’ün yaşayabileceği yeni bir toplumsal ve ekonomik sistem kurulması gerekmektedir. İlk aşamada tabii ki milletin eğitim düzeyini yükseltmektir. İşte bu doğrultuda Mustafa Kemal Paşa’nın takip ettiği eğitim öğretim programı dikkatle incelendiğinde Bütün Türk toplulukları arasında bir kültür birliği oluşturma fikri açıkça görülecektir.
Atatürk Türk tarihini Osmanlılardan başlatan programlara karşı Osmanlılardan önceki tarihimizin büyüklüğünü ve Türklerin kökenlerinin Orta Asya’ya dayandığını gençlere öğretilmesi hususunda öğretmenlerin dikkatini çekmiştir. Atatürk Türk tarihi kültürünün kaynakları hususunda Meclis kürsüsünden şöyle seslenmiştir: “Efendiler, bu Dünya’yı beşeriyette en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan bir Türk milleti vardır ve bu milletin Dünya üzerinde kapladığı alan oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. En bariz ve en maddi tarih delillerine istinaden diyebiliriz ki, Türkler on beş asır önce Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetinin görüldüğü alanlar olmuştur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil ettiği bir devlettir.”
Atatürk’ün Türk Dünyasında Kültür Birliği’ni Gerçekleştirme Faaliyetleri
Mustafa Kemal Atatürk Türk milletinin ve Türk Dünyasının milli varlığının ve bütünlüğünün devamı için milli kültürümüzün öğrenilmesi gerektiğine inanıyordu. Milli kültür ise en temelde ortak bir tarih şuuru ve kültürü yayan ve geliştiren ortak bir dil unsurlarının araştırılıp geliştirilmesini gerektiriyordu. Atatürk bu alanlarda yapılacak çalışmaların iki temel hedefe yönelik olması gerektiğini söylüyordu: “Türkiye dâhilinde milli şuurun ve beraberliğin sağlanması, bütün Türk Dünyasında dil ve kültür birliğinin gerçekleştirilmesi”.
Gerçekten Atatürk Cumhuriyetin ilanından sonra yaptığı konuşmalarda Türk kültürüne vurgu yapıyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk milletidir. Bu milletin fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o millete dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”.
Türk Dünyasında birlik fikirlerini aslında Mustafa Kemal Paşa ile başlatmak doğru olmayacaktır. Aslında Balkan Savaşlarından beri devam eden bir Türk Birliği çalışması vardı. Bu çalışmayı yürüten gruplardan birisi siyasi birlik fikrine ağırlık verilmesini ve bilhassa Rus işgalinde yaşayan Türklerin de bu birliğe dâhil edilmesini savunurken, diğer bir grup ise Türk birliği fikrini dilde, kültürde ve ülküde bir olarak görüyordu.[4] İkinci grup Türkiye dışındaki Türklerle bir kültür birliği içerisinde bulunulmasının dönemin siyasi ortamında daha uygun olacağını düşünüyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın tercihi de ikinci grup yönünde olmuştu. Geçmişten bugüne bir bakış açısıyla dönemi değerlendirdiğimizde Atatürk’ün siyasi dehasını bu tercihte çok net olarak görebiliriz. Nitekim özelikle Kurtuluş Savaşı yıllarında Sovyet Rusya aracılığıyla Sovyet coğrafyasındaki Türk nüfustan gelecek yardımın önemini göz önüne getirdiğimizde Atatürk’ün bu siyaseti daha anlaşılabilir olmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında Atatürk’ün özellikle dil ve tarih alanındaki çalışmalara verdiği önemi yorumlayabiliriz. Atatürk, Cumhuriyet Türkiyesi’nin en büyük görevlerinden birinin milli kültürümüzü teşkil eden güzel dilimiz ile zengin tarihimizi ortaya koymak olarak gösteriyor. Diğer bir ifadeyle Türk milletinin ve Türk Dünyasının milli varlığının muhafazası ve birliğin temini için milli kültürün temelini teşkil eden ortak tarih ve ortak dil şuurunun gelişmesine dikkat çekiyor. Türk Dili Tetkik Cemiyeti ile Türk Tarihi Tetkik Cemiyetlerinin (bugünkü Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu) kuruluşları da bu gerekçelerle gerçekleştirilmiştir.
Atatürk’ün Türk tarihinin araştırılıp en eski çağlardan beri ortaya çıkarılması isteği iki temel amaca yönelikti: Türk tarihi başlangıcından itibaren iyi bir şekilde araştırılacak ve Türklerin kültür ve medeniyet Dünyasına katkıları yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin insanlığa hizmetleri ortaya konulacaktır. Böylece Dünya Türklerin şanlı tarihini öğrenecek ve Türk gençleri de bu tarih bilinci ile yetiştirilecekken diğer taraftan da Kurtuluş Savaşı sırasındaki milli birlik bilincini tüm Türk Dünyasına yayma fırsatı da doğuracaktır.
Türk Dili Tetkik Cemiyetinin de Türk dilinin kendi benliğine ve zenginliği ile beraber güzelliğine kavuşturulması için çalışmalar yapması planlanmıştı. Atatürk’e göre milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin zenginliğinin ortaya çıkarılması milli duygunun gelişmesinin de başlıca gerekliliğidir. Dil ile kültürün nesillere aktarılması ve geliştirilmesi noktasındaki bağları da Atatürk’ün bu düşüncelerinin temelindedir.
Atatürk’ün Türkiye sınırları dışındaki Türkler politikasını, onun Türk ve Türklük hakkındaki duygu ve düşünceleri şekillendirmiştir. Atatürk’ün, Türk ve Türklük ile ilgili duygu ve düşünceleri, sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaşayan Türkleri değil, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar yaşayan bütün Türk topluluklarını kapsamaktadır. Atatürk, Misakımillî ile belirlenen sınırlar dışında yaşayan Türkleri, her fırsatta dile getirmiş ve onun dış politikasında dış Türkler her zaman önemini korumuştur. Dış Türkler ve Türklük konusu üzerinde hassasiyetle durmuş ve Türkiye Cumhuriyeti ile dış Türkler arasında kültür birliğini sağlama yolunda önemli faaliyetlerde bulunmuştur.
Türklerin ana vatanı olarak, Orta Asya’yı işaret eden, bütün Türklerin oralardan dünyaya nasıl yayıldıklarını, nasıl kardeş olduğunu anlatan, “Oğuz, Tatar, Özbek, Kazak ve Yakut yok; yalnız Türk vardır.” diyerek, bunun öncülüğünü yapan ilk Türk lideri de Atatürk olmuştur (TBMM ZC 24:305-306), Atatürk’ün gerek Cumhuriyet’in ilanından önce gerekse sonraki yıllarda da Türkiye dışında yer alan Türkler ile yakından ilgilendiğini görmekteyiz. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk TBMM’de yapmış olduğu bir konuşmasında: “Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.” (ATASE 1980:537-538) sözleri ile Türkiye dışında yaşayan Türklerin varlığına işaret ederken; yine başka bir konuşmasında ise: “Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir.” ifadesi ile Türk dünyasına ait meselelere kayıtsız kalmadığını görmekteyiz. Atatürk, Türk milletinin ve Türk dünyasının millî varlığının ve bütünlüğünün devamı için millî kültürümüzün esası olan millî tarihimizin ve dilimizin mutlaka iyi bir şekilde araştırılması ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşundan önce ve sonraki yıllarda yaptığı konuşmalarda bu hususa sıklıkla temas etmiştir.
Atatürk, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türkiye dışında esaret altında yaşayan, dış Türkler için bir ümit olacağını öngörmekteydi. Bu nedenle de bu stratejik öngörüsünün merkezinde Türkiye Türkleri ile dış Türkleri, dil, tarih ve kültür ortaklığı ile irtibatlandırmakta idi. Dinin art niyetli kişiler tarafından istismar edilebileceği ve Türkleri sadece Müslüman olarak tanımlamanın, bazı Türk topluluklarını gücendireceğini düşünerek, inançları yönünden farklılık arz eden Hristiyan (Gagavuz, Peçenek-Kuman Türkleri), Musevi (Karaim ve Hazar Türkleri) Türk topluluklarına karşı temkinli bir yaklaşım sergilemiştir (Çeltikçi 2008:578).
İstanbul’da Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda açılan Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi bu duruma önemli bir örnek teşkil etmektedir. Karaman’da yaşayan Ortodoks mezhebine bağlı Hristiyan Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile “Rum” kabul ederek, Lozan Antlaşması sonrasında, “Mübadele Protokolü” çerçevesinde, Yunanistan’a göçleri Mustafa Kemal’i derinden üzmüştü. Buna rağmen Paşa, Papa Eftim’e, 1924 yılında, İstanbul’da, “Türk Ortodoks Patrikhanesi”ni kurdurtmuştur (Cihangir 1996). Günümüzde bu patrikhane, Atatürk’ün duygusal olmayan, ancak ileri görüşlülüğü sayesinde, Türkiye’nin ve dünya Türklüğünün menfaatlerini tüm Ortodoks dünya ile Rusya, Yunanistan ve Ermenistan’a karşı savunmaktadır. Bugün Moldova ve Ukrayna’da yaşayan Gagavuz (Gök oğuz) Türkleri de bu patrikhanenin idaresinde yer almakta ve Karaman Türkçesi ile yazılmış İncil’i kullanmaktadırlar.
Atatürk’ün diğer bir düşüncesi, dış Türklerin Anadolu’ya getirilmesi veya Anadolu Türklerinin dış Türkler ile siyasi birliği değil, onların yaşadıkları topraklarda kalarak, kendi temel değerlerini (dil, kültür ve geleneklerini) koruyarak, varlıklarını sürdürmelerini sağlamaktı. Başka bir deyişle Atatürk, dış Türkler ile münasebetleri siyasi sınırlara dayandırmamaktadır. Ancak, Misakımillî sınırları içerisinde yer alan, Anadolu coğrafyasının uzantısı ve kaybedilmiş toprakların hatıraları olan ve aynı dili, tarihi ve kültürü paylaşmakta olan Türk topluluklarının zamanı geldiğinde, kendi iradeleriyle bağımsızlıklarını kazanarak, Türkiye ile birleşme taleplerine, başka bir deyişle, “siyasi birliktelik” kararına da saygılı olmuştur. Bu amaçla da; Türk dili ve tarihinin köklerini bilimsel bir zemine dayandırmak için Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasına öncülük etmiştir (Çeltikçi 2008:578, Gömeç 2002:58).
Atatürk’ün Türk millî kültürünün temelini teşkil eden dil ve tarih araştırmalarına büyük önem verdiği bilinmektedir. Nitekim bu amaçla “Türk Dili Tedkik Cemiyeti” adı ile Türk Dil Kurumunu ve “Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti” adı ile Türk Tarih Kurumunu kurmuştur.
Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ile birlikte Türk tarihinin araştırılıp ortaya çıkarılması için gerekli direktifleri ilgililere iletmişti. Atatürk’ün bu direktifler şu iki amacı gerçekleştirmeye yönelikti (Saray 1984:1-18):
1. Türk tarihi başlangıcından itibaren iyi bir şekilde araştırılacak ve Türklerin kültür ve medeniyet dünyasına katkıları, yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin insanlığa hizmetleri ortaya konulacaktır. Böylece dünya Türklerin nasıl şerefli bir geçmişe ve zengin bir kültüre sahip olduğunu öğrenecek ve yeni yetişen Türk çocukları da atalarının şanlı tarihinden haberdar olarak onlarla övüneceklerdi. Bu aynı zamanda Türk milletinin millî birliğini ve heyecanını kuvvetlendirecek, Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi Türkler için güçlükleri yenmede ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada büyük bir destek olacaktı. Bununla birlikte dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan Türkler ile olan ortak tarih ve kültür de ortaya çıkacaktı.
2. Atatürk’ün bu şekilde ulaşmak istediği ikinci hedef ise Batılıların kendilerinin anavatanı olarak gördükleri Anadolu’nun eski tarihinin araştırılması idi. Anadolu’da 1071’den önce Türk varlığı izlerine rastlanabilirse bu şekilde Batılı bazı çevreler tarafından sıklıkla dile getirilen, “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere dönmelidirler.” iddiasını çürütmek mümkün olabilecekti.
Atatürk, kurmuş olduğu Türk Dil Kurumunun ise “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşturulması” için bilimsel çalışmalarda bulunmasını istemişti. Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının düşünce vasıtası olmasını arzulamaktaydı. Türkiye Türklerinin öncülüğünde bütün dünya Türklüğünün konuştuğu dili kaynaştırarak müşterek bir dil hâline getirmek arzusunda olan Atatürk böylece, ortak bir tarihe sahip olan Türk dünyasının lehçe farklılıklarını da ortadan kaldırmış olacak ve bu durum Türk dünyasında oluşturulacak olan kültür birliğinin önünü açacaktı.