BÜLENT TURAN
GİRİŞ
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 14 Ağustos 2001’de Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde 39. parti olarak Türk siyasi hayatına atıldı. Kuruluşundan yalnızca bir yıl sonra 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde yüzde 34,28 oyla Meclisteki 550 sandalyenin 363’ünü elde ederek tek başına iktidar oldu. Bu sonuçla AK Parti, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarihinde Demokrat Parti’den (DP) sonra en büyük desteği elde etmiş parti olma hüviyetini kazandı.
Partinin lideri Erdoğan 28 Şubat Darbesi’nin etkisinin devam ettiği bir dönemde okuduğu şiir sebebiyle cezaevine atılmış ve siyasi hakları elinden alınmıştı. “Muhtar Bile Olamayacak” manşetleriyle siyasi hayatının bittiği ilan edilen Erdoğan’ın milletvekilli adaylığı da Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından engellenmişti. Ancak bütün bürokratik engellemelere rağmen Erdoğan 9 Mart 2003’te gerçekleşen ara seçimlerde Siirt milletvekili olarak Meclise girmeye hak kazandı.
AK Parti daha kurulurken Türkiye’de farklı bir siyaset tarzının öncülüğünü yapacağının işaretini vermiştir. Parti programında
milli iradeden başka bir güç tanımadığını, onu gölgede bırakacak uygulamalara müsamaha göstermeyeceğini ve vesayetle
mücadele edeceğini ortaya koymuştur.
Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana çeşitli şekillerde ve farklı görünümlerde devam eden vesayet sistemi Türkiye’de demokratik kurumları zayıflatmış ve sağlıklı bir demokrasiye geçilmesinin önünde engel olmuştur.
Askeri darbelerle demokratik sürecin kesintiye uğraması vesayet sistemini her seferinde tahkim etmiştir. Bu bakımdan Türkiye siyasetinde demokrasiyi sağlamlaştırmak ve demokratik kurumsallaşmayı sağlamak büyük ölçüde vesayet sisteminin geriletilmesine bağlı olmuştur. AK Parti’nin demokratik alanda Türkiye’de yarattığı dönüşüm de büyük ölçüde vesayetle mücadeleye dayanmıştır.
Bu makale AK Parti’nin demokratikleşme hamlelerini vesayetle mücadele çerçevesinde değerlendirmektedir. Ülkenin bugününü
anlamak adına makalede öncelikle Türkiye’deki vesayet sisteminin kurumsallaşma süreci ele alınacak, daha sonra AK Parti döneminde vesayet kurumlarının dönüştürülmesi bağlamında atılan adımlara odaklanılacaktır.
OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DEVREDEN MİRAS
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal örgütlenme biçimini Avrupa’daki imparatorluklar gibi feodal sistem olarak adlandırmak oldukça güçtür. Karmaşık bir yönetim sistemine sahip olan Osmanlı’nın siyasal-toplumsal örgütlenme biçimini kavramsallaştırmak zor olsa da imparatorluğun yönetim biçimini karşılayacak kavramın “patrimonyal bürokrasi” olduğu söylenebilir. Patrimonyal yönetimin temel niteliği hükmü altındaki topluluklar üzerindeki denetimi korumasıdır. Osmanlı İmparatorluğu
toplumdaki grupların her birine bir çerçeve çizerek bu çerçevenin dışına çıkmamasını sağlar. Bunu yaparken de askeri ve sivil olmak üzere iki ayrı koldan oluşan bürokrasiyi kullanır. Fakat 19. yüzyılda Osmanlı-Türk modernleşme hareketinin başlamasından itibaren bu yönetim sistemi değişmiştir. Yapılan reformlar merke zileşme odaklı olmuştur. Bu süreç aynı zamanda bürokrasiyi de güçlendirmiş ve zaman içinde bir saray-bürokrasi çatışması ortaya çıkmıştır. Nitekim İkinci Meşrutiyet tam da böyle bir çatışmanın eseri olarak doğmuştur. Bu durum mutlak monarşiden bürokratik oligarşiye geçişle sonuçlanmıştır.
Osmanlı-Türk modernleşmesi ekonomik ve toplumsal yapının dönüşmesinden ziyade daha çok elit merkezli, yukarıdan aşağıya
doğru gelişen bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Bu sürecin temel niteliği ise bürokratik bir anlayışa dayanması ve devlet odaklı olmasıdır.
Toplumun refahından ziyade dış politikada devletin konumunu güçlendirme arzulanır. Esas fikir devlet ve toplumun “kurtarılması” üzerine kuruludur. Bu yüzden de toplumun tamamen özgürleşmesi ve sınırlarını aşması savunulmaz. Modernleşme kontrollü olmalıdır. Aslında modernleşmeye dair bu fikirler dönemin etkin anlayışı pozitivizmle de uyuşmaktadır.Modernleşme dönemi aydınlarının üzerine kafa yordukları konuların başında Avrupa’nın “hasta adam” olarak nitelendirdiği
imparatorluğu kurtarmak gelmiştir. Bu dönemin bütün tartışma konuları dönüp dolaşıp devletin kurtarılması üzerine odaklanmıştır.
Osmanlı-Türk modernleşmesi çerçevesinde biçimlenen “kurtarıcılık” misyonu bütün özellikleriyle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
devredilen en önemli miras olmuştur. Bunun en net örneği İkinci Meşrutiyet ve sonrasında görülmektedir. İkinci Meşrutiyet
döneminde Sultan Abdülhamid Han’ın Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan etmesi için Makedonya dağlarına çıkarak ayaklanan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup askerler “devletin kurtarılması” fikriyle hareket etmişlerdir. Bu durum modern dönemde rastlanan asker-aydın ittifakının tipik bir örneğini oluşturur. Orta ve alt düzey subayların gerçekleştirdiği bir eylem olan
İkinci Meşrutiyet “millet” adına yapılmış olsa da milletin ikinci planda kaldığı bir siyasal düzen kurmuştur. Meclis-i Mebusan açılmış ve siyasi partiler faaliyet göstermeye başlamıştır. 1909’da Kanun-i Esasi’de yapılan değişikliklerle egemenlik kağıt üzerinde de olsa sultan ile millet arasında paylaştırılmıştır. Ancak askerin kendine biçtiği “kurtarıcılık” misyonu kısa süre içerisinde tekrar etkisini göstermiştir.
1913’ün başlarında Osmanlı devletini en fazla sıkıntıya sokan konu Balkan Savaşları’dır. Bulgar ordusu Çatalca’ya kadar gelmişken Düvel-i Muazzama’nın İstanbul’da bulunan büyükelçileri Kamil Paşa Hükümeti’ne nota vererek Osmanlı’nın askeri faaliyetlerini durdurmasını istemiştir. Aksi takdirde sadece İstanbul’un değil Anadolu’nun tümden işgal edileceği belirtilmiştir. Kamil Paşa Hükümeti 23 Ocak 1913’te hükümetin merkezi olan Bab-ı Ali’de notaya verilecek cevabı görüşürken İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genç liderlerinden olan Enver Bey liderliğinde toplanan bir grup cemiyet mensubu asker ve sivil hükümet binasını basarak silah zoruyla Kamil Paşa’ya istifa mektubu imzalatmıştır. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nazım Paşa da darbeci askerler tarafından öldürülmüştür. Böylece modern siyasi tarihimizin askeri darbeleri süreklilik kazanacak bir kültüre dönüşmeye başlamıştır.
Bab-ı Ali Baskını ile başlayan baskı düzeni 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın bir suikasta kurban gitmesinden sonra açık bir tek parti otoriterliğine dönüşmüştür. Sadrazamlar değişir ancak esas iktidar İttihat ve Terakki Fırkası’nın elindedir. Bu yönetim anlayışı ile Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girecek ve ağır bir yenilgi alacaktır.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın perde arkasından iktidar gü-cünü elinde bulundurmasına dayalı bürokratik yönetim zihniyeti
siyaseti toplumsal talepleri yerine getirmekten ziyade kendi proje lerini topluma dayatmak olarak algılamıştır. Bunun neticesinde de devlet “kurtarılması gereken” bir varlık olarak kabul edilmiş ve kurtarıcılık misyonu asla bitmemiştir. Buna göre devletin çizili sınırların dışına taşması durumunda tehlike çanları çalmaya başlamıştır ve devlet elden gidecektir. Kurtarıcılık misyonu bundan dolayı sürekli olarak devam etmeli ve kişi kendisinden vazgeçmelidir.
Bütün benliğini devletin varlığını devam ettirmek üzerine kurmalıdır. Demokratik siyasetin kötülenmesinin arkasında yatan
fikriyat buna dayanmaktadır.Siyasetin kötülenerek başta asker olmak üzere bürokrasinin yüceltilmesi anlayışı Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.
“Memleketi kurtarmak” adına kimi zaman meydanları dolduran gençler kimi zaman da rektörler tarafından “ordu göreve” şeklinde askere çağrı yapılmıştır.
Askerin kendine biçtiği rol bir bekçi olarak siyasetin tepesinde beklemek ve gerektiğinde düdüğü çalarak oyuna müdahale
etmektir. Siyaset bilimi literatüründe bu durumu karşılayacak en uygun kavram “pretoryen devlet”tir. Pretor eski Roma’da Sezar’ın muhafızlarına verilen isimdir. Pretoryen muhafızlar yöneticileri korumakla görevlendirilmiştir. İmparatorun muhafız birliğine dönüşen bu askerler zamanla güç kazanarak imparatorları değiştirip yerine yenilerine atayacak bir konuma gelmiştir. Yani gö-rünürde iktidar yetkisi imparatordadır ama aslında iktidar odağı pretoryen muhafızlardır. Bu kavram modern dönemde askeri bürokrasinin esas karar alıcı olduğu ancak görünürde temsili demokrasilere dayanan bir parlamentonun yer aldığı rejimler için kullanılmaktadır.
VESAYET REJİMİNİ İNŞA EDEN VE SÜREKLİLİĞİNİ SAĞLAYAN DÜZENLEMELER
27 Mayıs 1960 Darbesi
Siyasal hayatın askeri müdahalelerle şekillendirilmesi göz önünde tutulduğunda Türkiye yakın bir tarihe kadar “pretoryen rejim”
olarak adlandırılabilir. Öyle ki 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin (DP) tek başına iktidara gelerek Cumhuriyet Halk
Partisi’nin (CHP) tek parti yönetimine son vermesinden sonra bir grup asker CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü ziyaret ederek iktidara müdahale etmek için izin isterler. DP’nin iktidara gelmesinden on yıl sonra 27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi’nin
(MBK) yaptığı askeri darbe de bu anlayışın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır.
MBK üyelerinin de yer aldığı Kurucu Meclis tarafından yapılan Anayasa adeta bir daha müdahaleye gerek bırakmayacak bir
tarzda tasarlanmıştır. 1924 Anayasası’nda egemenlik yetkisinin sadece TBMM tarafından kullanılabileceği ifade edilmişken 1961 Anayasası ile bu ifade “Millet, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” şekline dönüşmüştür.
Var olan Millet Meclisinin yanında darbeyi yapan MBK üyelerinin ömür boyu üye olacakları Cumhuriyet Senatosu da kurulmuştur. Ayrıca Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi yapılarla da siyaseti dizayn edecek ve belli bir çerçeve içinde tutacak bir düzen inşa edilmeye çalışılmıştır.
Bunların dışında askeri yöneticilere yargı bağışıklığı sağlayan, askeri yönetime ait tasarrufları yargı denetimi dışında bırakan kimi geçici maddeler de 1961 Anayasası’na eklenmiştir. Ayrıca daha evvel milli savunma bakanına karşı sorumlu olan genelkurmay başkanı da 1961 Anayasası ile başbakana karşı sorumlu kılınmıştır.
Böylece askeri otoritenin tepe noktasını teşkil eden makamın devlet hiyerarşisi içindeki konumu yükseltilmiştir.
Yasama ve yürütme alanında askerin elde ettiği bu yetkiler dışında ayrıca yargı alanında da askerin sistem içindeki konumunu
güçlendiren düzenlemeler hayata geçirilmiştir. 1961 Anayasası ile çift başlı bir yargı sistemi oluşturulmuştur. Böylece asker adli yargı denetim alanının dışında tutulmaya başlanmıştır. Askeri Yargıtay anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Subayların da mahkeme üyesi olabildikleri askeri mahkemeler temelde Anayasa’ya aykırı bir durum teşkil etmektedir. Çünkü birlik komutanının etkisi altındaki bir subay üyenin bağımsızlığından söz edilemez. Ayrıca askeri hakimlerin özlük işlemleri adli yargıda olduğu gibi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından değil Milli Savunma Bakanlığı tarafından yerine getirilmektedir. Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesine ters düşen bu uygulamaların Anayasa’ya aykırı olduğunu ifade etmek gerekir. Asker ve aydın çevrelerdeki “kurtarıcılık” fikri 27 Mayıs Darbesi ile sınırlı kalmadı. 27 Mayıs’tan sonra başını Albay Talat Aydemir’in çektiği 1962 ve 1963 girişimleri ile birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) birçok darbe gerçekleştirdi. Bu darbelerin düşünsel arka planı “Türkiye’de işçi sınıfı olmadığı için sosyalist devrim ancak asker-sivil aydın zümre ile yapılabilir” fikriyatını benimsemiş Milli Demokratik Devrim (MDD) ideolojisine dayanıyordu. Yani 1908’de İkinci Meşrutiyet ile somutlaşan aydın-asker ittifakı 1960’larda aynı şekilde devam etti.
12 Mart 1971 Muhtırası Mart 1971’de 1965 ve 1969 seçimlerini peş peşe kazanan Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi tek başına iktidardaydı. Siyasal meşruiyet açısından herhangi bir problem söz konusu değilken ordu sokak hareketlerini gerekçe göstererek yeniden siyasete müda hale etti. Başbakan Demirel’e verilen muhtırada parlamento ve hükümetin memleketi anarşi ve kaos ortamına sürüklediği, devletin geleceğinin ağır bir tehlike altında olduğu iddia ediliyordu. Muhtı-
racılara göre Atatürkçü bir perspektifle reformlar yapacak güçlü ve inandırıcı bir hükümetin kurulması elzemdi. Aksi takdirde TSK yeniden yönetime el koyacaktı.
12 Mart Muhtırası’ndan sonra Demirel hükümeti istifa etmiş ve darbeciler tarafından Nihat Erim başkanlığında kurulan teknokratlar hükümeti iş başına getirilmişti. 1974’e kadar da Türkiye’yi teknokratlar hükümeti gibi ara rejim hükümetleri yönetti. Bu dönemde 1961 Anayasası’nda kimi değişikliklerle askerin devlet içindeki konumu güçlendirildi. MGK’nın sivil hükümetler üzerindeki etkisini artıran değişikliğin yanı sıra askeri harcamaların Sayıştay denetimi dışında bırakılması sağlandı. Ayrıca askeri yargı alanında da kimi düzenlemelere gidildi. “Askeri Danıştay” olarak isimlendirebileceğimiz Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kuruldu. Bunun yanında Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) ile Sıkıyönetim Mahkemeleri de yine bu dönemde kuruldu.